Mehmet Toker

Mehmet Toker

28 Şubat Bitti mi? Ya 3 Mart?

28 Şubat Bitti mi? Ya 3 Mart?

28 Şubat sürecinin akabinde, Anadolu'muzun şirin bir köyünde imamlık yaptığım dönemde -ki aynı zamanda ilahiyat fakültesinde öğrenciydim- bir gün köye, o köylü olan ama Ankara'da yaşayan emekli, rütbeli  bir asker gelmişti. Bir gün, ikindi sonu salkım söğütün altında, sekiz on köylü vatandaşımızla beraber otururken; Emekli asker,  "Hoca!" dedi.  "Sana bir soru soracağım.  Hz. Ali, çocuk yaşında Müslüman oldu. Peygamberin dizinin dibinde yetişti. Hz, peygamber'e destek verdi. Hicretin başlangıcında öldürülme pahasına O'nun yerine yatağına yattı.  Allah'ın arslanı idi. İlmin kapısı idi. Takva, ihlas, samimiyet, fedakarlık, şefkat, kahramanlık, şecaat timsaliydi, haydari kerrar, şâhı merdan sıfatlarıyla tanınmıştı. Böyle bir kimse varken, Hz. Ebu Bekir'in peygamberden sonra halife olması hak mıydı?" dedi.  Ben de cevap olarak; "Efendim, öncelikle Hz. Ali Efendimiz ile ilgili saymış olduğunuz bu hususlar, O'nun ilmi ve dini  faziletini ifade eden yönler. Ancak şunu belirtelim, üzerine öyle konuşalım. Halifelik, dini veya ilmi bir makam değil, siyasi bir makamdır...!"  dediğimde eliyle beni susturdu ve orada bulunan köylülerine şunu ifade etmişti. "Hocaya dikkat edin, yaşı küçük diye aldanmayın. Hoca çok tehlikeli." Bu konuşmanın üzerinden bakıyorum da 20 yıl geçmiş.
 
Geçen hafta gündemde 28 Şubat'ın 22 seneyi devriyesi olması sebebiyle postmodern darbe konuşuldu. Dönemin Kara Kuvvetleri Komutanı Hüseyin Kıvrıkoğlu'nun,  "28 Şubat bin yıl sürer!" sözü eksene konularak; "28 Şubat bitti mi,  bitmedi mi?" tartışmaları gündeme getirildi. 28 Şubat'ın bitmiş gibi gözükmekle beraber artçılarının devam ettiğini ve artçıların daha da yıkıcı olarak topluma zarar verdiğini daha önceki yazılarımda ifade etmiştim. Üzerinden 22 yıl geçmesi hasebiyle, anılar ve mağduriyetler henüz taze olduğundan toplumda ciddi anlamda bir karşılık buldu. Ancak, sebep-sonuç ilişkisi bağlamında düşündüğümüz zaman 28 Şubat, buz dağından kopan ve buz dağına oturmuş olan gemimize çarpan küçük bir buz parçasından başka bir şey değildi. Gemide büyük hasarlar oluşturdu mu? Evet,  gemide büyük hasarlar oluşturdu. Ancak pazar günü itibariyle 95. sene-i devriyesi olan 3 mart tarihini öyle tahmin ediyorum ki 28 şubat kadar konuşmayacağız.  Halbuki Anadolu coğrafyasında yaşayan Müslüman topluluğu ve o topluluğun oluşturmuş olduğu devlet yapısını bir gemi olarak düşündüğümüzde, 3 Mart tarihi, o geminin büyük bir buz dağına çarparak oturması ve hareket edemeyip donması mânâsına geliyor. Peki, 95 yıl önce 3 Mart 1924'te ne oldu? O gün, Büyük Millet Meclisi'nde üç tane yasa çıkarılıyor.  Bunlardan birincisi 429 sayılı kanun; Şer'iyye ve Evkaf Vekaletinin kaldırılması, ikincisi 430 sayılı kanun; Tevhid-i Tedrisat kanunu, üçüncüsü de 431 sayılı kanun; Hilafetin Kaldırılması.
 
Bu üç kanun, onlarca yıl İstiklal Savaşı vermiş olan, aldığı büyük yaralar ve vermiş olduğu büyük kayıplardan sonra yol almaya çalışan, Müslüman Anadolu gemisinin büyük bir buz dağına çarparak buz dağına oturması mânâsına geliyordu. M.Nuri Kodamanoğlu makalesinde, Şer'iyye ve Evkaf vekaletinin kaldırılması ile ilgili kanunu şu şekilde değerlendiriyor: "Bilindiği gibi devlete laik diyebilmek için "Onsuz olmaz" şartlar vardır. Bunlardan birisi devletin ve halkının bütün dinlere karşı hoşgörülü ve saygılı olmasıdır. Devlet ve halk, vatandaşın dini inançlarına, ibadetlerine karışmayacak, herkesin kendi dinini öğretme, telkin etme ve yayın yapma hakkında saygılı olacaktır. Türkler Osmanlı İmparatorluğu'nun başından beri bu hayat tarzına alışıktır. Müslümanı, Musevisi,  Hristiyanı  yan yana, asırlarca barış içerisinde yaşamıştır.  Laik devlet olmak için bu şart yeterli değildir. İkinci lazım şart; devlet hayatında anayas, öteki kanun ve kurallar da dini dogma ve tercihlerin hakim ve nafiz olmamasıdır. İşte, Osmanlı Devleti'nde olmayan buydu. Tam aksine devlet tasarruflarında, Ahkamı Şer'iyyeye riayetle mükellef idi. Şeyhülislamlar, son dönemlerde şer'iye vekilleri bu ilkeye uygunluğu sağlar ve denetlerdi."
 
İşte, 429 numaralı kanunun 1. Maddesinde Esasen Osmanlı'nın yıllardır yaşatmış olduğu dini çeşitliliğin ötesinde doğrudan Osmanlı Devleti'nin çıkarmış olduğu kanunları İslam dinine  muvaffakıyetinden  koparma anlayışı mevcuttur. Zira 429 sayılı kanunun  1. Maddesinde şöyle ifade olunuyor: "Türkiye Cumhuriyeti'nde muamelatı nâsa dair olan ahkâmın teşrii ve infazı, Türkiye Büyük Millet Meclisi ile onun teşkil ettiği hükümete ait olup, dini mübini İslam'ın bundan maada itikadât ve ibadâta  dair bütün ahkam ve mesailinin tedviri ve müessesâtı diniyenin idaresi için cumhuriyetin makarrında bir Diyanet İşleri Reisliği makamı tesis edilmiştir." 2. Madde: "Şer'iyye ve Evkaf vekaleti mülgadır."
 
1. Madde ne anlama geliyor? İslam dininin itikat ve ibadet ile ilgili bütün uygulamaları, dini kuruluşların idaresi Diyanet İşleri Başkanlığı'nın yetkisine bırakılıyor. Dolayısıyla inanç ve ibadet dışında, vatandaşın eylem ve işlerini yani insani ilişkiler kapsamında ki yasama ve yürütme sorunlarını devletin ilgili organları üstlendiğine göre din; toplumsal, siyasal ve hukuki alandan tamamen çıkarılmış oluyor. Yani din "İslam" sadece caminin dört duvarı arasına hapsedilmiş, ibadet ve inançtan ibaret kadük bir din haline getirilmiş oluyor. Dinin insanlar arası ilişkilerde ki işlevselliği reddedilmiş, din tanrı ile insan arasına sıkıştırılmış bir olgu haline getiriliyordu.  Hayat boşluk kabul etmeyeceğine göre, sosyal, siyasal ve hukuki alanlarda ki İslam dininden yani İslam'ın insanlar arası münasebetlere veya ferdin toplumla olan ilişkilerine tekabul eden kısımlarının boşaltmış olduğu alana laiklik ilkesi çerçevesinde, Avrupa'nın ahlakı, toplum anlayışı, Avrupa'nın çeşitli devletlerinden toparlanan yasalar getirilmiş oluyordu.
 
Aynı gün çıkarılan 430 sayılı yasa ile "Tevhid-i Tedrisat Kanunu" yani eğitim ve öğretimin birliği, 431 sayılı yasa ile de hilafet kaldırılmış oluyordu. Hilafetin kaldırılması, Anadolu toprakları üzerinde, İslam'ın sosyal, siyasal ve hukuki alandan çıkarılmasından  daha vahim bir sonucu ortaya çıkarıyor. Zira, yazımın başında ifade ettiğim anekdotta da belirttiğim üzere, hilafet kurumu dini bir kurum olmanın ötesinde, "üst çatı" bir siyasi kurumdur. Halife, yeryüzündeki  Müslümanların emiri, velisi, hamisidir. 1517 yılında hilafetin Osmanlı'ya geçmesinden itibaren, 1876 tarihinde Abdülhamit Han'ın saltanata geçmesine kadar, hilafetin bu siyasi gücü, üst çatı olması dünyada bir denge unsuru olarak Osmanlı tarafından kullanılmıştır. Abdülhamit Han'ın 33 yıllık iktidarı esnasında da hilafet, Osmanlı çatısının altındaki Müslüman toplulukları bir arada tutmanın harcı, çimentosu, görevini üstlenmiştir. Bir anlamda hilafet, farklı ırklardan, farklı mezheplerden olan milyonlarca müslümanı  bir ara arada tutan bir tutkala dönüştürülmüştür Abdülhamit Han döneminde. Abdülhamit Han döneminin en muhalif gazetecilerinden birisi olan Hüseyin Cahit dahi, hilafetin kaldırılması kararına karşı, "hilafetin dinle alakasının olmadığını, kaldırılırsa yeni Türkiye Cumhuriyeti'ni dünyada yalnızlığa sürükleyeceğini,  İslam coğrafyası üzerindeki etkisini yok edeceğini, itibarsızlaştırılacağını haykırmasına rağmen sesini kimseye duyuramamıştır. Hilafetin kaldırılması ile Osmanlı Devleti'nin terk etmek zorunda kaldığı coğrafyalarla her türlü gönül bağı, sosyal ve siyasal bağı da kesilmiştir. Dolayısıyla bugün bir buçuk milyarlık İslam coğrafyasının paramparça olmasının, bir araya gelememesinin, hatta birbirleriyle savaşıyor durumda olmasının temel sebebi 3 Mart'ta işlenmiş olan bu vahim siyasi cinayettir. 431 sayılı yasayla sadece "Abdülmecid Efendi" yurt dışına sürgün edilmekle  kalınmamış, Müslümanların sembolik değerdeki başı koparılmıştır.  Bu, İslam adına işlenen en büyük siyasi cinayetlerden bir tanesidir. 28 Şubat, 22 yılın sonunda faillerinin yargılanması, o dönemde çıkarılan kanunların iptal edilmesi, yerine yeni kanun ve maddelerin inşa edilmesi ile toplumdaki negatif baskısı kırılmıştır. Ancak 3 marttaki "Hilafetin Kaldırılması" fiilinin neticeleri hâlâ  devam etmektedir. Anadolu insanına, saltanatın ve hilafetin kaldırılmasını bir başarı olarak gösteren batılı ilizyonistler; Avrupa'daki pek çok devletin İngiltere, İspanya, Hollanda, Belçika, Danimarka, Norveç, İsveç, Andora ve benzeri ülkelerin hâlâ krallıkla yönetildiğini ve papanın da Katolik Hristiyanların siyasi, ruhani lideri olduğunu hep saklayagelmişlerdir. Bugün Müslümanların taşları, tuğlaları  ne kadar sağlam olursa olsun, duvar ustaları ne kadar maharetli olursa olsun, o taş ve tuğlaları bir arada tutacak çimento, tutkal olmadığı sürece, o bina, en ufak bir sarsıntıda parçalanmaya mahkum olacaktır. Ya da geminin motoru ne kadar sağlam olursa olsun, gemi ne kadar üst düzey teknoloji ile donatılmış olursa olsun, kaptanı olmadığı müddetçe yol alması, hedefine ulaşması mümkün gözükmemektedir. Geminin engin sularda yol alabilmesi adına, oturtulmuş olduğu bu buz dağından kurtarılıp, kaptanın dümene geçmesi gerekmektedir. Yoksa elimizde kalan son müstakil İslam coğrafyası olan Türkiye'mizin akıbeti pek net gözükmemektedir. Hadi bir el atın, bir omuz verin de; buz dağlarını nefesimizle eritip, gemiyi kurtaralım. Yoksa, yaklaşmakta olan fırtına çok tehlikeli geliyor.

Önceki ve Sonraki Yazılar
Mehmet Toker Arşivi
SON YAZILAR