6284 Aileyi Parçalarken…

Akit Gazetesi yazarı Alparslan Aydan emperyalizmin aileyi yasal kılıflar, süslü,sihirli sözcüklerle nasıl parçaladığını anlatan bir yazı kaleme aldı.İşte o yazısı:
6284 Aileyi Parçalarken…

 

Önceki yazımızı “Zira kadın ve aile politikalarımız tam da o Batı Aklı’na emanettir” diyerek bitirmiştik.

Cumhurbaşkanımız Recep Tayyip Erdoğan Sudan’da yaptığı konuşmada şu tespitlerde bulunmuştu:

"Modern sömürgeciler için, günümüzün emperyalistleri için, tek değer: Elmastır, altındır, petroldür. Onların yegâne kıymet verdikleri şey ya yeraltı kaynaklarımızdır ya da yer üstündeki pazar potansiyelimizdir. Onlar için mesele demokrasi, hukuk, adalet değil, onlar için mesele insan, tabiat, çevre değildir. Onlar için tek mesele; Paradır, çıkardır, menfaattir.Menfaatleri için bir avuç petrol için çiğnemeyecekleri hiçbir değer hiçbir ilke yoktur."

Öncelikle Cumhurbaşkanlığı İletişim Başkanı Prof. Dr. Fahrettin Altun’un tespitleriyle devam edelim:

“Eskinin dışlanması, yeninin kutsanmasıdır modernlikve esas itibariyle on dokuzuncu yüzyıl ile birlikte gündelik hayatları tanzim etmeye girişen buyurgan bir sistem halini almıştır. Köklü bir dönüşümü bünyesinde barındıran bu sistem, kendisinin dışında olanı gelenek olarak kurgular ve ona karşı üstünlük varsayımında bulunur. (S.11)

On dokuzuncu yüzyıl klasik ilerleme kuramlarında temellenen toplum değerlendirmeleri, Batı dışı dünyayı fiilî sömürünün gerçekleştirilebileceği bir alan olarak kavramış, bu dünyanın insanlarını varoluşsal düzlemde dahi ilkel kabul etmiştir. On dokuzuncu yüzyıl boyunca kökleşen ve yirminci yüzyılın ikinci yarısına kadar işleyen geleneksel sömürge siyasetinin temel mantığını, Batı adına Batı dışı zenginliklere el konması ve bu zenginliklerin paylaşılmaksızın tüketilmesi oluşturur. (S.17)

İkinci Dünya Savaşı sonrasında dünya liderliği İngiltere’den devralanAmerika’nın öngördüğü (yeni) dünya siyaseti, sömürge toplumlarının mutlak özgürleşmesinden yana olmayıp, yeni bir bağımlılık ilişkisi (yeni bir sömürgecilik) inşa etmektedir” (S.24)

Bu dönemde, Amerikan devleti, istihbarat kurumları ve yine devlete yakın bazı vakıflarca desteklenen sosyal bilim çalışmaları, genel olarak Amerikan çıkarlarının savunusunu üstlenmişlerdi. Bu bağlamda özellikle CIA ve FBI gibi istihbarat kurumları akademik bilgi üretimini fiilen yönlendirmiş, Ford Vakfı, Rockefeller Vakfı ve Carnegie Vakfı gibi kuruluşlar da bu yöndeki çalışmaları genel hükümet politikaları doğrultusunda finanse etmişlerdi. Adı geçen kuruluşlar, ayrıca, sağladıkları destekler aracılığıyla, akademisyenleri, araştırma merkezlerini ve danışmanlık hizmeti veren kuruluşlar, Amerikan çıkarları uyarınca, hassas konulara ilgi göstermeleri noktasında da yönlendirmişlerdir.” (S.31) (1)

Başta Feminist derneklerin çalışmaları olmak üzere bizleri rahatsız eden politikaları dünya ölçeğinde kimlerin fonladığına dikkat kesilmek gerektiğini özellikle hatırlatmış olalım.

Batı’nın derdinin insan hakları, kadın hakları ya da demokrasi olduğuna inananların, Ak Parti iktidarı süresince yaşananları 15 Temmuz’u da dikkate alarak tekrar gözden geçirmelerinde zaruret vardır.

Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, Kadın ve Demokrasi Derneği (KADEM)ve Aile, Çalışma ve Sosyal Hizmetler Bakanlığı tarafından bu yıl üçüncüsü düzenlenen Uluslararası Kadın ve Adalet Zirvesi’nde şu tespitlerde bulundu:

“Dün kadını en bayağısından bir meta olarak kullanan zihniyetin, bugün kadını, yine meta anlayışıyla ama bu defa ‘eşitlik’ ambalajı içinde kullanıyor olması bizim için şaşırtıcı değildir. Türkiye’nin son 200 yılında, her konuda olduğu gibi, kadın hakları meselesinde de sürekli savrulmalar yaşadık. Asırlar boyunca insanları, boyunlarına, ayaklarına, kollarına zincir vurarak kitleler hâlinde mal gibi satan ve çalıştıran, bunlar içinde kadınları ve çocukları daha da aşağılayan bir dünyanın kodları bize ait değildir. Cenneti annelerin ayakları altına seren, kadına ‘sultan’ benzetmesi yapan, onlara güler yüz göstermeyi, şakalaşmayı, yumuşak olmayı, iyi davranmayı tavsiye eden bir medeniyetin böyle bir referansı olamaz. Biz kendi meselelerimizi, kendi eksiklerimizi, kendi hatalarımızı kendi gerçeklerimiz içinde tartışarak doğruyu bulacağız. Ülkemizdeki kadın hareketlerinin pek çoğunun toplumumuzda makes bulmamasının gerisinde, hareket noktalarının yanlış olması yatar.”(2)

Bizden olmayan kadın derneklerinin kimlerin fonladığı malum olduğundan millet nazarında makes bulmayacaktır.

Bu sebeple bizden görünen kadın derneklerinin verdikleri görüntüden ziyade yaptıklarına odaklanmakta zaruret vardır.

Şimdi birkaç hatırlatmada bulunalım:

-2002 yılında yürürlüğe giren Yeni Türk Medeni Kanunu ile “Aile reisi kocadır”hükmü değiştirilerek “evlilik birliğini eşler beraber yönetirler” hükmü…

-2012 yılında yürürlüğe giren ve “Koruyucu tedbir kararı verilebilmesi için, şiddetin uygulandığı hususunda delil veya belge aranmaz.” (8/3) hükmüyle “masumiyeti esas” kabul eden ve en temel hukuk ilkesini ayaklar altına alan,  “Ailenin Korunması ve Kadına Karşı Şiddetin Önlenmesine Dair Kanun”…

-Canı yananlar ses verince uyanmamıza vesile olan nafaka mağduriyeti…

- Çocuk haczi garabeti…

Bu düzenlemelerden hangisi medeniyet kodlarımızın ürünüdür?

Oysa mesele Kadın Hakları değildir…

Yrd. Doç. Dr. Mücahit Gültekin, Uzm. Psikolog Meryem Şahin tarafından hazırlanan ‘Türkiye’de ve Dünyada Kadına Şiddet’ adlı rapor, ‘Kadına Şiddet’üzerine koparılan fırtınanın sahte ve yapay bir fırtına olduğunu ortaya koyar. (3)

Modernizm, bireyi esas alır...

Başta vahiy olmak üzere kendi dışında her şeyden kendini müstağni gören, kendi kendine yettiği iddiasında, aklı vahyin yerine koyduğundan düşünebiliyor olmayı var olmanın şartı sayan birey.

Eskiyi yok sayıp yeniyi kutsayan, kendisi dışında olanı gelenek olarak kodlayıp ona üstünlük vehmeden modernizm için aile kurumu açık bir hedeftir.

Aile kurumu, geleneğin en muhkem kalelerinden, bu toprakların en büyük zenginliklerindendir.

Dünya ve ahiret saadetinin beşiğidir.

Kadın ve aile politikalarımızı Batı Aklı’na emanet ettiğimiz günden bu tarafa yaşanan gelişmeleri takip edip sorgulamamız gerekmez mi?

Türkiye İnsan Hakları ve Eşitlik Kurumu (TİHEK) Başkanı Süleyman Arslan’a kulak verelim:

“Boşanma oranları çok yüksek. Yıllık 500-600 bin evlilik, 130 bini aşan boşanmalar yaşanıyor. Boşanma oranları Türkiye'de yüzde 20'leri aştı. Bu 130 bin ailede huzursuzluk anlamına gelir. Bu eşlerin, çocukların, annelerin, babaların, akrabaları da kattığınız zaman ciddi huzursuzluk içinde olduğumuzu gösterir. Bu aslında bir terördür, çocuk hakkı ihlalidir. Bunlar çok ciddi can yakıyor. Bu, çocuklar sevgisiz büyüyor demektir. (…) Bu kanun (6284), ailenin korunması diye başlıyor. Ama bu kanunun içinde ailenin korunması yok.”

Kamu Baş denetçisi Şeref Malkoç ise:

"Eşler tartıştığında kadın, karakola telefon açıp şikâyette bulunduğunda koca evden uzaklaştırma alıyor. Bu da öfkeyi ve kadına şiddeti körüklüyor. Biz eşleri barıştırmak yerine ayrılsın diye kanun çıkarmışız" itirafında bulunur.

 Önemli çalışmalara imza atan Sosyal, Ekonomik ve Kültürel Araştırmalar Merkezi(SEKAM) Yönetim Kurulu Başkanı Prof. Dr. Burhanettin Can’ın tespitlerini tekrar hatırlatalım:

“BM, 1999 yılında 'Toplumsal Cinsiyet Eşitliği' mücadelesinin en önemli kazanımı olarak görülen CEDAW sözleşmesine ek bir protokolü kabul etmiş ve üye ülkelerin onayına sunmuştur. BM ve AB, üye ülkelerin toplumsal cinsiyet eşitliği politikalarını uygulamasını önemsemekte, ülkelerin takibini yapmakta ve periyodik değerlendirme raporları yayınlamaktadır. ‘Toplumsal cinsiyet eşitliği’, AB uyum sürecinin de önemli makro göstergeleri arasında yer almaktadır.  Türkiye, 8 Eylül 2000’de imzaladığı bu protokolü, 30 Temmuz 2002 tarihinde onaylamıştır. Ayrıca Türkiye, 2011 Mayıs ayında, kısa adı ‘İstanbul Sözleşmesi/Konvansiyonu’ olan ‘Kadınlara Yönelik Şiddet ve Aile İçi Şiddetin Önlenmesi ve Bunlarla Mücadeleye İlişkin Avrupa Konseyi Sözleşmesi’ adlı uluslararası sözleşmeyi, hiçbir maddesine çekince konulmaksızın, imzalayarak kabul etmiştir.  Bu sözleşme, 20 Mart 2012 tarihinde kabul edilen ‘Ailenin Korunması ve Kadına Karşı Şiddetin Önlenmesine Dair Kanun’a esas teşkil etmiştir.” (4)

Son günlerde nafaka mağdurlarının örgütlenmesi kamuoyunda baskıya sebep olup düzenleme yapılacağı ile ilgili açıklamalar gelince rahatsız olanlar da olur. Ancak bunların arasında boşanma sürecinden gelir sağlayan avukatların daolmasıayrıcaibretliktir.

Ankara Barosu Kadın Hakları Merkezi’nin 12 Ocak 2019 tarihinde düzenlediği, “Tüm Yönleriyle Nafaka Çalıştayı” Sonuç Bildirgesi bu noktada dikkatle ve de ibretle okunmalıdır:

“…Nafakanın sınırlandırılmasına değil, kadınların haklarını daha da ilerletecek yasal düzenlemelere ihtiyaç bulunmaktadır. Kaldı ki bu tartışma ile önerilen yasal düzenleme, (…) uluslararası sözleşmelere de aykırıdır.”

Bu hatırlatmayı istediğiniz gibi yorumlamakta serbestsiniz.

Fakat biz Şeref Malkoç’un tespitleriyle birlikte değerlendirmekten yanayız.

Mevcut politikaların meyvesi olan 6284 sayılı “Ailenin Korunması ve Kadına Karşı Şiddetin Önlenmesine Dair Kanun” hiç olmadığı kadar aileye zarar vermektedir...

Hemen her konuda olduğu gibi bu konuda da yaşanan olaylar, verdiğimiz tepkileri belirliyor. Nafaka mağdurları konuya olan duyarlılıklarını yalnızca ‘nafaka’ üzerinden değerlendirdiklerinde hep beraber kaybetmiş olacağız.

Bazı çevreler nafaka yükümlülüğünü kocadan alıp milletin sırtına yüklemenin hesabını yapıyor olabilir. Normal şartlarda sosyal devlet anlayışının hiçbir vatandaşını mağdur etmemesi esastır. Bunun yolu ve yönteminin ömür boyu karşılıksız nafaka olup olmadığı ayrı bir meseledir.

Yaşadığımız süreci normal görmediğimizden teklifimiz;

Feminist Dernekleri fonlayarak bir anlamda iç işlerimize karışan uluslararası kurum ve vakıfların bu fonları boşanan kadınların nafakalarını ödemeye aktarmalarıdır.

Problem kendiliğinden çözülmüş olur!

GeçtiğimizgünlerdeCumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, Sinema Filmlerinin Değerlendirilmesi ve Sınıflandırılması Hakkında Kanun'u sinemacıların önünde imzaladı. Sektör temsilcilerinin Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi’ne ve problemlerinin on beş gün gibi çok kısa bir sürede çözülmüş olmasınoktasına yaptıkları övgü dolu atıflar dikkate değerdi.

Aynı Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi’nin başta çocuk haczi ve nafaka olmak üzere değinmeye çalıştığımız problemleri çözemiyor oluşunu nasıl değerlendirmeliyiz?

Avrupa Birliği’ne girmek adına uyguladığımız politikaları tekrar gözden geçirmemiz, hiç olmazsa kraldan fazla kralcı tavrımızı sorgulamamız gerekmez mi?

Kadın Hakları (!) bağlamında imza attığımız uluslararası sözleşmelere rağmen milletin değerleriyle uyumlu bir kadın ve aile politikası üretmemiz mümkün olup olmadığı asıl cevabını aramamız gereken sorudur.

 “Biz kendi meselelerimizi, kendi eksiklerimizi, kendi hatalarımızı kendi gerçeklerimiz içinde tartışarak doğruyu bulacağız…”