Anadolu Mektebi'nden Türkiye derecesi

Anadolu Mektebi öğrencileri, 'Dilimiz Kimliğimizdir' konulu deneme yarışmasında Türkiye derecesi yaptı.
Anadolu Mektebi'nden Türkiye derecesi

Milli Eğitim Bakanlığı ile Türk Dil Kurumu iş birliğiyle ortaöğretim öğrencilerine yönelik olarak düzenlenen “Dilimiz Kimliğimizdir” konulu Türkçeyi doğru ve güzel kullanma “Deneme Yarışması” düzenlendi. Yarışmada, Anadolu Mektebi mensubu iki öğrenci Türkiye 1.si ve 2.si oldu.

Anadolu Mektebi Kurucusu, Eski Tarım Bakanı, 22. Dönem Ak Parti Konya Milletvekili Prof. Dr. Sami Güçlü, yarışma kapsamında derece yapan Anadolu Mektebi öğrencilerine teşekkür etti.

Güçlü,'Öğrencilerimizi yürekten kutluyorum, emeği geçen hocalarımızı tebrik ediyorum. Selamlar ve  saygılarımı sunuyorum'diye konuştu.

İşte ödül alan o hikayeler;

Birinci olan o hikaye;

“Dilimiz Kimliğimizdir” konulu Milli Eğitim Bakanlığı ile Türk Dil Kurumu tarafından ülke çapında düzenlenen ortaöğretim öğrencileri arası Deneme Yarışmasında “KELİMELERİN HAKKI” başlıklı yazısı ile Türkiye 1.si olan Ayça Bilge Yemiş, Anadolu Mektebi Karaman Okuma Grubu mensubudur. Ayça, Mustafa kutlu okumaları ile Anadolu Mektebi’ne dâhil olmuş ve Çorum’da düzenlenen Mustafa Kutlu Panellerinde “Mustafa Kutlu’da Yeme-İçme Kültürümüz Üzerine” adlı tebliğiyle yer almıştır. Öğrencimiz hâlihazırda Tarık Buğra okumalarına devam etmektedir.

KELİMELERİN HAKKI
Adım Ayça Bilge. Ben yedi başlı devlerle savaşmadım, ben bir yumrukta bir boğayı devirmedim ve ben Deli Dumrul gibi Azrail’e kafa da tutmadım. Adım Ayça Bilge ve benim adımı Dede Korkut değil, babam vermiş. Hz. Peygamber’in (s.a.v.) çocuklarınıza güzel isim verin, deyişinden yola çıkarak, sözlüklerde günlerce bana bir ad aramış. Adım Ayça Bilge. Ayça, ay gibi; bilge de bilgi ve ahlâk sahibi anlamına geliyor. Kimi zaman kendime diyorum ki eğer Dede Korkut Hikayeleri’nde anlatıldığı gibi bir ‘ad’ hak edecek bir şey yapmaya’ mecbur olsaydım acaba adım ne olurdu? Dahası acaba bir ad hak edebilir miydim? Bu sorunun cevabı bence hiç de kolay değil. Belki kelimeleri hak ederek yaşasaydık, bunun gibi sorular bize bu kadar zor gelmeyebilirdi; çünkü kelimeler emek ister, bedel ister. “Öyle seveceksin ki kelimeleri, sana yetecekler” diyor Cemil Meriç ve devam ediyor: “Kelimeler kendimizi seyrettiğimiz dere, kelimeler sudaki gölgemiz, kelimeler gönülden gönle köprü, kelimeler asırdan asra merdiven…” Belki de birçoğumuz kelimelere hak ettikleri değeri, emeği vermediğimiz; kelimeler için ödememiz gereken bedeli ödemediğimiz için ve belki de en önemlisi kelimeleri yeterince sevemediğimiz için, bize yetmediklerini düşünüyor; kimi zaman bir ezanla kulağımıza fısıldanan adlarımızdan vaz geçiyor kimi zaman da onları hoyratça, müsrifçe ve arsızca kullanıyoruz. Kelimelerin gönülden gönle uzanan köprüsünden geçmeden, asırdan asra uzanan merdiveninden çıkmadan, kelimelerde kendimizi seyretmeden kim olduğumuzu asla bilemeyiz; çünkü dilimiz kimliğimizdir.
Türkçe bizim kimliğimizdir.  Peki biz kimiz? Biz Ergenekon’da dağları delenler ve biz Allah’ın “dağlara bakmaz mısınız?” emriyle dağların sırrına ermeye çalışanlarız. Biz kimiz? Biz gemileri karadan yürütenleriz ve biz bir köle de olsa haklının hakkını verenleriz. Biz Süleymaniye’yi inşa eden, mahallesini bir aile bilenleriz. Biz komşusu açken tok yatmayan, biz temizliği imandan bilen, biz bir harf için kırk yıl köle olmayı göze alan bir milletiz. Biz dünya sussa da Arakan’a el uzatan, biz dünya karşı çıksa da Kerkük’ten vazgeçmeyen bir milletiz. Biz bir kelimeyle Cennet’e; bir kelimeyle Cehennem’e gidilebileceğine inananlarız. Türkçe, bizim kimliğimizdir; çünkü onun her kelimesi bizim hayatımızdan doğar ve biz onda çoğalırız. Türkçe dedelerimizin deldiği dağlardır. Türkçe dedelerimizin karadan yürüttüğü gemilerdir. Türkçe Süleymaniye’dir. Türkçe dedelerimizin komşusuyla paylaştığı ekmektir. Türkçe Yunus Emre’nin kırk yıl odun taşıdığı dergâhtır. Türkçe Mehmet Akif’in gece yarısı içine doğan İstiklal Marşı’dır. Karamanoğlu Mehmet Bey’in emaneti olan Karaman’dır. Türkçe Türkiye’dir. Türkçe, Türkiye’yi umut bilen Arakan’dır, Gazze’dir, Kerkük’tür, Bakü’dür…
Bugünlerde sokaklarımızın ve caddelerimizin yabancı kelimelerle kirlendiği doğrudur. Kafelerin, arenaların, ikonların dedelerimizin ruhunu incittiği, bizim ruhumuzda yaralar açtığı da doğrudur; ama bence Türkçenin asıl derdi, bir ur gibi sokaklarımızı ve caddelerimizi saran yabancı kelimeler değil, bizim Türkçe yaşamayışımızdır. O kafelerde içtiklerimiz, o arenalarda attığımız naralardır asıl Türkçeyi yaralayan. Niçin yabancı kelimelere meylediyoruz; çünkü hayatımızı Türkçe yaşamadığımız için, Türkçenin kelimelerinin de bize yetmeyeceğini düşünüyoruz. Sadece tabelaları indirdiğimizde Türkçenin dertleri son bulmayacak bence. Bence Türkçenin derdine derman olmak istiyorsak önce başkalarının hayatını yaşamaktan vaz geçmeliyiz. Suyu üç yudumda içmek yerine, bir Fransız gibi bardak tutmanın derdindeysek; sofraya besleme ile oturup şükürle kalkmak yerine bir Batılı gibi çatal bıçak kullanabilmenin derdindeysek, saçımızı Amerikan tarzı kestiriyorsak, onlar gibi gülüyor, onlar gibi ağlıyorsak yaşadığımız hayat bizim değil, onların hayatı olacaktır. Başkalarının hayatını yaşıyorsak, elbette ki Türkçe bize kırılacak ve elbette ki Türkçenin kelimeleri bize yetmeyecektir. Sadece sloganlarla, naralarla Türkçenin derdine derman olamayız. Sadece yabancı kelimelerin olduğu tabelaları indirerek, Türkçeyi yılda birkaç gün hatırlayarak da Türkçenin derdine derman olamayız.
Biz kelimelerimizden, Türkçeden vazgeçtiğimiz an düştük. Atalarımız yiğit, düştüğü yerden kalkar demiş. Biz Türkçede kendimizi seyretmekten, onun kurduğu köprülerden geçmekten vazgeçtiğimiz an kaybolduk. Biz türkülerimizi, pop müziğin karşısında küçük gördüğümüz an yenildik. Biz dostlarımıza ve arkadaşlarımıza ‘kanka’ dediğimiz an yalnız kaldık. Düştüğümüz yerden kalkmak istiyorsak önce Türkçenin biz, bizim Türkçe olduğumuza inanmamız gerekiyor.
Türkçeyi korumak, bir Türkçe seferberliği mi başlatmak istiyoruz. Önce Türkçenin de bizi koruyacağına inanmamız, onun kelimelerini kuşanmamız gerekiyor. Türkçeyi korumak mı istiyoruz? Ergenekon’da dedelerimizin dağları delmesi gibi bizim de bugün dağları delip tüneller, barajlar inşa etmemiz gerekiyor. Türkçeyi korumak mı istiyoruz? O zaman İstanbul’un fethinde dünyanın ilk kez gördüğü büyüklükte toplar döktüren Fatih misali, bugün bizim de yerli otomobiller, yerli uçaklar, yerli telefonlar üretmemiz gerekiyor. Türkçeyi korumak mı istiyoruz? O zaman yeni Selimiyeler, yeni Süleymaniyeler inşa etmemiz gerekiyor. Türkçeyi korumak mı istiyoruz? O zaman inşa ettiğimiz evler, komşumuzun güneşine engel olmamalı, sokağımızı çöpçülerin süpürmesini beklemek yerine, kapımızın önünü süpürmeliyiz. Türkçeyi korumak mı istiyoruz? Kızlarımız Barbie bebeklerle; oğullarımız Süperman ile oynarken ruhumuz sızlamalı ve onlar için adı Fatma olan, Hatice olan, Ayşegül olan, Seyit Onbaşı, Fatih olan oyuncaklar üretmeliyiz. Türkçeyi korumak mı istiyoruz? O zaman komşumuzun halinden haberdar olmalıyız. Bayramlarda tatil beldelerine değil, büyüklerimizin elini öpmeye gitmeliyiz. Türkçeyi korumak mı istiyoruz? O zaman hayatı bir Müslüman gibi, bir Türk gibi yaşamalıyız. Türkçeyi korumak mı istiyoruz? O zaman Türkçenin, hatta her kelimesinin, hakkını vermeliyiz?
Eğer Türkçenin kimliğimiz olduğuna, Tarık Buğra’nın dediği gibi “ölen kelimelerle nesillerin öldüğüne” gerçekten inanıyorsak o zaman Türkçenin, hatta Türkçedeki her kelimenin hakkını vermeyi boynumuzun borcu bilmeliyiz.
Nedir bir kelimenin hakkını vermek? Ahlâk kelimesinin hakkını; ancak ahlâklı olanlar verebilir. İyi kelimesinin hakkını; ancak iyilik yaparak verebiliriz. Vatan kelimesinin hakkı, sadece şehit olmayı göze almak değil; onun toprağındaki bereketi görmek, onu kirletmemek, Aşık Veysel misali onu sadık bir dost, bir yar bilmektir. Kelimenin hakkı dilimizi ve kalemimizi inancımızla, geleneklerimizle terbiye etmektir. Kelimenin hakkı sözü güzel söylemektir. Kelimenin hakkı edebiyatı “Kullarıma söyle, sözün en güzelini söylesinler” ayetinin bir gereği görmektir. Kelimenin hakkı bize edebiyat yapma diyenlere inat, edebiyat yapmaktır. Kelimenin hakkı düşünmektir. Kelimenin hakkı hissetmektir. Kelimenin hakkı işleyen demirin pas tutmayacağına inanmak ve çalışmayı, üretmeyi bir ibadet kabul etmektir. Kelimenin hakkı bu toprağa yeni fidanlar dikmek; bahçemiz yoksa bile, en azından pencerelerimizin önünde camgüzelleri, küpeliler, menekşeler yetiştirmektir. Kelimenin hakkı hüznümüzü ya da sevincimizi türkülerimizle dillendirmektir. Kelimenin hakkı Tolstoy’u ya da Homeros’u küçük görmeden; Tarık Buğra’nın, Küçük Ağa’nın; İyiler Ölmez diyen Mustafa Kutlu’nun, “İlim ilim bilmektir, ilim kendin bilmektir” diyen Yunus Emre’nin hakkını vermektir. Kelimenin hakkını vermek, sevgimizi Eros’un kalplere attığı okla değil; Ferhat’ın dağlara vurduğu baltayla dile getirmektir. Kelimenin hakkını vermek, Müslüman ve Türk doğmanın nasibimiz olduğuna inanmaktır ve inanmak, cesaret ister, iman ister, sabır ister, emek ister, bedel ister…
Doğrudur. Dilimiz kimliğimizdir. Hep başkalarına sormayalım, hep başkalarını küçük görmeyelim, hep başkalarını suçlamayalım. Bence önce kendimize soralım. Biz kimiz? En çok kime benziyoruz? Kim gibi ağlıyoruz? Kim gibi gülüyoruz? Yemeği kimler gibi yiyor, suyu kimler gibi içiyoruz? Evlerimiz kimin evine benziyor? Kim seviyor, kim gibi seviliyoruz? Ve kim gibi yaşıyoruz, kim gibi ölüyoruz?
Adım Ayça Bilge. Ben henüz yedi başlı devlerle savaşmadım, ben henüz bir yumrukta bir boğayı devirmedim. Adım Ayça Bilge ve benim adımı Dede Korkut değil, babam vermiş. Belki ben adımı henüz hak edemedim; ama adını hak etmiş, bedeli ödenmiş bir okulda okuyorum. 15 Temmuz Şehit Muhammed Yalçın Kız Anadolu İmam Hatip Lisesi’nde… İşte bu yüzden birileri gibi Türkçenin öleceğine, yok olacağına asla inanmıyorum. Niçin mi? Ben 15 Temmuz’u gördüm. Babam İsmet Özel’in bir mısraını söyler sürekli: “yaşıyoruz demek ki ölünecek.” Evet. Ölüyoruz ve kelimeler bizden sonra da yaşamaya devam edecek. O halde ölmeden akrabalarımızla, komşularımızla helâlleştiğimiz gibi kelimelerle de, Türkçeyle de helâlleşelim. Helâlleşelim ki mahşerde kelimeler, Türkçe bizden hakkını istediğinde yüzümüz yere düşmesin…
 

Ayça Bilge YEMİŞ
 

ikinci olan hikaye;

 

“Dilimiz Kimliğimizdir” konulu Milli Eğitim Bakanlığı ile Türk Dil Kurumu tarafından ülke çapında düzenlenen ortaöğretim öğrencileri arası Deneme Yarışmasında “ANA SÜTÜMÜZ ANA DİLİMİZ” başlıklı yazısı ile Türkiye 2.si olan Nursima Akça,  Anadolu Mektebi Kastamonu Okuma Grubu mensubudur. Nursima, Kastamonu’da Mehmet Akif okumalarıyla Anadolu Mektebi’ne katılmış Mustafa Kutlu ve Tarık Buğra okumalarını da tamamlayarak Ankara, Konya, ve Nevşehir’de panel metinlerini sunmuştur. Öğrencimiz Cengiz Aytmatov okumalarına devam etmektedir.

ANA SÜTÜMÜZ ANA DİLİMİZ 

Kelimeler, hayaller, fikirler, duygular ve tepkiler yavaşça çekiliyor hayatımızdan. Kapı aralarına, perde arkalarına saklanıyorlar. Teknolojinin darağacından kaçmaya çabalarken kaybolmuşluğun ağlarına yakalanıyor, debelendikçe daha da dolanıyorlar. Bir süre tutunmaya çabalıyor, yaslanacak bir omuz bulunca bir nebze rahatlıyorlar. Belki de bir parçacık daha erteleniyor vedaları. Günlük dilden önce roman aralarına, ardından gazetelerin bulmaca eklerine doğru ilerleyen bir serüvenleri var onların. Arada bir, kelime yarışmalarından selam çakıyorlar bizlere. Kimi zaman da meraklısının ağzında sündükçe sünüyorlar. Sözlük sütunlarının en izbe köşelerinde bir yer edinmişler kendilerine, fark edilmiyorlar. Benimki de laf ya, sözlükler de çoktan unutulmuşlar kervanında aldılar yerlerini. Sonsuzluk çölüne doğru bir yol alacaklar, kim bilir belki bazen, vahalarda mola verdikleri zamanlarda, ancak uzatabilecekler başlarını aralıktan.  

Bir kontrolü kalmadı artık bu işin, bir kelime sanal ortama şöyle bir düşüverdi mi, anında pelesenk oluveriyor dillere. İki gün sonra bir bakmışsın ki, karşı komşudan tut da mahalle bakkalına kadar herkesin dilinde. Dillerden tabelalara, market reyonlarına sıçrıyor ilkin. Kitaplara da atınca elini, yapılacak bir şey kalmıyor zaten. Yavaş yavaş, temkinli adımlarla salıyor köklerini derinlere.  

Az bir zaman öncesinde dilimize musallat olan “selfie” gibi mesela. Sinsi bir ajan misali; ara sokaklardan, okul koridorlarından, bankamatik kuyruklarından ilerleyerek, içlere kadar girdi. Ağızdan ağza dolanarak, o kapı senin bu kapı benim sığınarak benimsetti kendini. Yer edindi. Müdahale geldi tabii, kelime Türkçeleştirilmeye çalışıldı ancak yurt çapında ışık hızında yayılmıştı bile. Stalklamaktan zap yapmaya kadar sayfalarca örnek verebiliriz dilimizi istila eden kelimelere. 

İşgalci kelimelerin kucağında, masallar ve ninnileri es geçerek televizyonun karmaşık gürültüleriyle, gece yarılarına kadar yorgan altında fenerle kitap okumanın yerine tabletin, telefonun ışığında uyuyan yeni bir nesil yetiştiriyoruz. Dile yeni giren kelimeleri anında kapıp günlük yaşamlarının orta yerine yerleştiren ancak bir deyim duyduğu zaman kalakalan bir nesil. Çok satan romanları göğsünü gere gere okuyan ancak kendi öz benliğine, Anadolu’ya hasret bir nesil. Kendinden, kendi benliğinden, tarihinden, kültüründen kopmuş bir nesil yetiştiriyoruz.   

Doğru mu yanlış mı demeden, gerçekliğe boyun eğerek, hatta kırmızı halılarla karşılıyoruz yabancı kökenli kelimeleri. Biri de çıkıp itiraz etmiyor, yapsa bile sesi, on binlerin kükreyişi arasında cılız kalıyor. Usul usul ancak tam da en can alıcı noktalardan süzülüyor kelimeler. Dilimizde, benliğimizde çatlaklar açıyorlar. Ve işte öz Türkçemiz bu çatlaklardan sızıveriyor damla damla. Oluğun altına elini tutan bir babayiğit çıkmıyor. Her gün, parça parça kayboluyor kelimelerimiz. Ve bir başka gün, elinde kitabıyla küçük bir kız çocuğu soruyor babasına: “Baba, ana dilimiz ne bizim?”  

Türkiye’de Türkçeyi usulüyle konuşan bir insan kınayan bakışların hedefi haline geliyor. Kısıtlama, sınırlama var. Tüm bu kargaşanın içinde kendini ifade edebilmek ne mümkün,  mekân isimlerinden birini veyahut herhangi bir markayı Türkçe ile okuduğun anda uzaydan inmiş muamelesi görüyorsun. Cahil, geri kalmış diye mimleniyorsun. Kendi ülkende yabancı konumuna düşüyorsun. Kendi bayrağının, şanlı marşının gölgesi altında turist gibi geziyorsun. Öyle ki, pek yakında elimize bir İngilizce-Türkçe sözlük alıp çıkmak gerekecek sözde kendi sokağımıza. Okuyamadığımız dükkân isimlerine, göz alan neon ışıklı tabelalara, zengin Türk mutfağından yoksun yaban kokan menülere bir faydası olur belki.  

Keşke sadece bunlarla sınırlı kalsa bu yabancılaşma. Belki, iş işten geçmeden bir gün duruma el atabilirsek toparlayabilmesi bir nebze rahat olurdu belki. Lakin bir kâbusun içindeymişçesine, isimlerimize bile bulaştı bu Avrupai virüs. Batı kökenli şaşaalı (!) isimlerin karşısında öz Türkçemizden olan isimler gün geçtikçe kan kaybediyor. Tüm vatanın, yurdun tek yürek, tek nefes olup bel bağladığı yeni nesil yeni bir sürümle geliyor o halde, benden söylemesi. Öyle ki, kendi isimlerimiz soğuk, uçsuz bucaksız galaksiler kadar uzak artık bizlerden. Misal bir Dede Korkut okurken, belki bir on yıl sonra, sindiremeyeceğiz kelimeleri. İsimleri telaffuz edemeyeceğiz. Kendi hamurumuzdan yoğrulma olan o görkemli isimleri.  

Evet ya, Dede Korkut. Tanıdık geldi mi? Aslı bizden kilometrelerce uzakta, cam kapaklarla muhafaza edilen, bizim Dede Korkut’umuz. Bizim kelimelerimiz, bizim düşüncelerimiz, bizim kültürümüz, gönülden kâğıda ahenkle damlayan bizim mürekkebimiz. Sorulduğu zaman, “Aman benden uzak dursun.” mahiyetinde tepkiler aldığımız, millet olarak olaya çok Fransız kaldığımız yüce destanımız Dede Korkut. Tek bir sayfasını çekebilmek uğruna çuvalla para saydığımız kendi Dede Korkut’umuz. İlkokul sabisine yalaya yuta  okutulması gerekirken, olaydan bihaber yetişkinlerimiz var hâlbuki. Kim bilir, belki yıllar önce Bulgaristan’a sattığımız tren dolusu tarihi evrakın sessiz tokadıdır bu.  

Bilinçsizlikten, tarihimize, özümüze, kaynağımıza olan cahillikten dem vurmuşken, nice örneği olduğundan bahsetmeden geçmek olmaz. Nice bayramımız vardır bizim, derin kuyulara gömülmüş, üzeri kalın tozla ilmek ilmek işlenmiş nevresimlerle örtülü. Hıdrellez’imiz, Nevruz’umuz vardır bizim. Noel’e, yortuya inat. Dört gözle beklediğimiz havaya, toprağa, suya düşen cemrelerimiz vardır bizim. Köy kokan, yurt kokan, memleket kokan destanlarımız vardır. Sazımız ve sözümüz meşhurdur mesel. Puslu zamanın ardına mağrur bir tavırla sinivermiş olan bir âşıklık geleneğimiz vardır. Türlü türlü fıkramız, cuk diye gediğine oturan laflarımız vardır. 

 Millet olarak, engin şuur eksikliğimiz sağ olsun, şu an hepsi kitaplarda yer bulabiliyorlar kendilerine. Tabii ya, hani şu raf köşelerine tıkılmış, sararmış kitaplar. Kimsenin elini sürmediği, mahzun, sessiz kitaplar. Öyle ki, kütüphanelere hüznün meltemi hâkim artık. Tenhalıktan toz bağladı kitap kapakları. Suale, sebebe gerek olmadığını varsayıyorum. Çünkü okumuyoruz. Düşünmüyoruz. Her akşam; işten veyahut evden dönünce paslı, küflü, örümcek ağlarının mesken edindiği beyinlerimizi yapay zekâlara teslim ediyoruz. Kitap raflarının yerine televizyon ünitesini yakıştırıyor, başucu kitaplarını yerlerinden edip prizler depoluyoruz. Selamı bir mesajla veriyor, hali hatrı gönderilerden öğreniveriyoruz. Evet, biz, okumuyoruz. 

 Ağaç yaşken eğilir der büyüklerimiz, öyledir de. Çocuklarımıza, umutla ve sabırla yoğurduğumuz yeni nesle ana dil şuurunu aşılayabilmek mühim bir meseledir. Doğru yerden yakalarsan açıyı, hedefi tutturabilirsin. Bu yeni neslin mensupları madem televizyonla doğdukları andan itibaren haşır  neşir oluyorlar, ben de o yönden nişan alırım diyebilmeli. Çizgi filmlere, animasyonlara Türkçe, Türklük bilinci serpiştirilmeli. Özellikle sınavlarda, yorumlatmalı ki, zihin kendini yenilesin, düşünsün, nefes alsın. Veyahut günde kim bilir kaç kaz aynı kelimeyi tekerrür ediyoruz acaba? Kelime dağarcığımız, teknoloji imparatorluğunun sesi çıkmayan mahkûmu çünkü. Hala isimlerini duymadığımız nice yazarımız, bir mısrasını dahi hatırlamadığımız nice şairimiz, sözlerinin hasretten kabuk bağladığı türkülerimiz var. Okusak, düşünsek, az biraz olsa dahi sorgulasak. Zinhar, başka şekildeki kurtulamayacağız Batı kökenli kelimelerin paslı kıskacından. Çünkü bizim, “Türkiye’de Türkçe için mücadele ediyoruz.” diyebilen bir vatandaşımız varsa, vaziyet yeteri kadar ortada değil midir zaten? Kendimizin, dilimizin farkına varsak, çok geç olmadan. Kimliğimizi, dilimizi henüz kaybetmemişken. Ancak çat pat, ağır aksak konuştuğumuz Türkçe-İngilizce kırması değil de öz, ana dilimiz Türkçenin. Ana sütü kadar saf, sökülen ilk hece kadar masum ve gözlerinde feri sönmeyen bir umutla bekleyen dilimizin.   

                                                                                                                  NURSİMA AKÇA