İbrahim Çolak

İbrahim Çolak

Bunları anlatırdım Dağlım

Bunları anlatırdım Dağlım

Beraber yola çıksak sana bunları anlatırdım Dağlım.

Gece saat 24.00. Nevşehir’e gideceğim, AŞTİ’de otobüsümü bekliyorum. Birçok peronda asker uğurlaması var. Gençler İstiklal marşı okuyor, bazen milliyetçi sloganlar atıyor, arada da halay oynuyorlardı. Gençlerin diri sesleri ile okudukları İstiklal marşına ve milliyetçi sloganlarını dinliyor ancak oynadıkları halay içimi kıpırdatıyor, gidip halaya katılasım geliyordu. Gençler kadar uğurlayanları da izliyordum. En çok da anne kimdir merak ediyordum. Merakım uzun sürmüyordu. Anneler, kız kardeşler hemen belli oluyordu. Annelerin gözlerinde sımsıcak, annelerin gözlerinde; hiçbir şekilde ve hiçbir yerde örneği olmayan, hüzün ve gururla mayalanmış gözyaşları oluyordu. Kendi askere gidişimi hatırladım sonra.

Olan biteni ve kendi geçmişimi karanlıkça bir köşeden izliyor, gözlerimden gayri ihtiyari dökülen gözyaşlarıma da aldırış etmiyordum.

Haziran ayıydı. Ramazandı. Sabah sekizde işe gidiyor bazen gece geç saatlere kadar çalışıyordum. Bir gece eve geldiğimde muhtar amcanın beni sorduğunu söylemişlerdi. Ne olmuş dedim, kimse bilmiyordu. Aradan birkaç gün daha geçmişti ve bu kez muhtar amcadan şöyle bir haber almıştım. “İbrahim bana bir uğrasın!”

Aklımda askerlik yoktu. Ekşi yemediğim için karnım ağrımıyordu ancak muhtar amca çağırmışsa gidilmesi gerekiyordu.

İşyerimden izin aldım. Hem muhtar amcaya uğrayacak hem evde iftar yapacaktım.

Muhtar amcanın küçücük saatçi dükkânına girdim. Selam verip elini öptüm. Halimi hatırımı sordu. Sonra karşısına aldı beni ve “Asker olmak, askere gitmek istiyor musun?” diye sordu. Hiç beklemiyordum, soru beklemediğim yerden çıkmıştı. Muhtar amcanın gözlerine, yüzüne bakıyor ve sanki cevabı onun bakışlarında bulmak istiyordum. Şunu da söylemişti: “İstersen, evde yok, ulaştıramadım derim fakat elbet gideceksin!”

Muhtar amcanın sol eli aşağıya sarkıktı ve elindeki kâğıda çevirdim gözlerimi.  Çok da düşünmedim. “Gideyim…” dedim. Üzerinde adımın yazdığı resmi kâğıdı aldım, cebime koydum, muhtar amcanın elini öpüp duasını alarak, arkadaşlarımla buluştuğumuz direğin dibine doğru yollandım.

Yer sofrasında oturmuş, iftarımızı yapıyorduk. Televizyon açıktı ve siyasetçinin biri, o gün, Kütahya’da miting yapmıştı. Kütahya! Sahi ben Kütahya’ya askere gidecektim değil mi? “Biliyor musunuz” dedim, “ben Kütahya’ya askere gidiyorum!” İnanmadılar tabii.

Bana da inanılır gelmiyordu. Televizyonda Kütahya sözünü duymasaydım belki birkaç gün sonra söyleyecektim, emin değilim.

Sonra cebimden kâğıdı çıkardım, anacığıma verdim, ağlamıyordu da ağlıyordu. Seviniyordu da sevinemiyordu. Evet, anamın ilk erkek evladı olarak askere gidecektim. Yeni ve değişik bir durumdu.

Günler hızlıca aktı. Bayrama bir hafta kala, bir sabah, elimde küçük valizimle sokağımızın başına doğru yürümeye başladığımda, ardımdan en çok annem bir de kız kardeşlerim ağlamıştı.

Sonraları ve geçen bütün zamana rağmen şu iki mısrayı yüzlerce kez söylemiştim: “Oy yaylalar yaylalar, çimen bağladunuz mi, ben askere giderken kızlar ağladunuz mi?”

Bu kısa türkü; ardımdan ailem hariç,  ağlayanım olmadığımı bildiğimden daha çok yıllar yılı bana hep, o başım öne eğik, sırtımda anamın gözyaşları, dudaklarımı ısıra ısıra yürüyüşümü getirir.

Şimdi anacığım yok ancak ben yine arada olduğu gibi ve o gecede, bu cümleleri mırıldandım” “Oy yaylalar yaylalar, çimen bağladunuz mi, ben askere giderken kızlar ağladunuz mi?”

Ardımızdan tertemiz ağlayan annelere hürmetle, muhabbetle, saygıyla…

Önceki ve Sonraki Yazılar
İbrahim Çolak Arşivi
SON YAZILAR