İbrahim Çolak

İbrahim Çolak

Doymadığımız her insan gurbet olmuyor mu?

Doymadığımız her insan gurbet olmuyor mu?

Dağlım, dağ çiçeğim…
 
İngilizler şöyle der: “Yüksek yerlere hep döne döne çıkılır.” Bu sözü ilk kim söyledi, niçin söyledi, derdim bu değil. Ben burada ki “yüksek yerlerden” dünyevi makamları da anlamıyorum. Olabilir ki dünyevi makam ve mevkiler içinde aynı tespit geçerlidir. Bütün yaşadıklarım, dinlediklerim, okuduklarım bana “yükseklere çıkmamı” yani güzel insan olmamı söylüyor. Rabbimiz ve Resulü bizden güzel insan olmamızı istiyor. Yorulmayı, sıkıntı çekmeyi, gurbeti göze almadan yola çıkmayasın. Zaman zaman, yalnızlık, bikeslik, ümitsizlik girdabına düşeceksin. Kendini güçsüz ve biçare bulacaksın. Yürümeye devam edecek, yaşadıkça önce kendin, sonra da dostların için umut olacaksın.
 
Ümitsizliğin ümide, korkunun sevince döndüğü bir çeşit dairenin içinde olduğumuzu unutmayasın. Ayrıca iyiyi kötüden ayırt etme ferasetini gönlünün yüceliğiyle de harmanlaman gerekiyor Dağlım.
 
Uzun zamandır, biriktirmenin anlamsızlığını yaşıyorum. Kitap, giyecek, yiyecek ve eşya… En azıyla yetinemediğimiz müddetçe açlığımızın arttığını, açlığımızın ve doyumsuzluğumuzun hiç azalmadığını fark ediyorum. Oruç bu manada bize ölçü verebilir! Ancak bizler, bırakalım oruç tutmayı, hep daha fazla tüketmenin derdindeyiz. Sahip oldukça ve tükettikçe açlığımızın artmasını fark edememekse aymazlığımızın zirvesi oluyor. Sözüm sana değil, kendime, ne zaman azmış, ne zaman haddi aşmışsam, Rabbim merhametiyle ikaz etmiş beni. Haddimi aşmaktan korkuyorum Dağlım.
 
Konuşmamda, becerilerimde, yaşantımda yeri yoksa binlerce kitabım olsa ve bunları okumuş olsam ne olur ki diyorum. Bu durum dolaplarda tıka basa duran üç aylık yiyeceğim, ayda bir giymeye sırası gelmeyen gömleklerim için de geçerli Dağlım. Yoksun değiliz ancak yoksuluz diye düşünüyorum.
 
Ayıpladığımız insanlarla şöhret peşinde koşuyor, bunun adına maslahat, bunun adına geçim dünyası, bunun adına medeniyet diyoruz. Oysa düpedüz riyakârlık bu!
 
Bir başka insanda, apaçık, aleni bir eksiklik görmemişsem ve buna rağmen, bu insan için olumsuz düşünüyorsam vicdanım bana sesleniyor: Nasıl bildin, nasıl tanıdın? İyileri tanımak kolay Dağlım, kötüleri tanıyorsak, önce dönüp kendimize bakacağız. Her gün yanından gelip geçtiğimiz ancak adını bilmediğimiz bir çiçeği tanımıyorken iyi hoş ancak kötüleri nasıl da hemencecik tanıyoruz. Bu bize verilmiş özel bir yetenek mi? Yoksa tanışıklığımız aynı yoldan bizim de geçmiş olmamız mı? Sahi sen kötüleri nasıl tanıyorsun Dağlım?
 
Dünyanın gurbet olduğunu bilmez misin? Sevdiklerimizin tümüyle, bir arada, uzun süre yaşamak mümkün değildir ve sevdiklerimizden her eksilen, her uzaklaşan maddi gurbetimizi çoğaltmıyor mu? Doymadığımız her insan gurbet olmuyor mu? Bazen, yüzlerce insanın içinde bulunmamıza rağmen gönlümüzün köşeciğinde saklı bir gurbeti de taşırız. Gurbetin seni güzel kılmasını dilerim.
 
İnsan insana dua, insan insana esenlik, insan insana gurbet değil midir?
Bilirsin ki, sevgi de, matem de, gurbet de asıl burada, insanın kalbindedir Dağlım.
 
Okumak da yazmak da yürümeye yani armaya dâhildir,  toplamı da güzel insan olma isteğimizdir. Bizler, bize verilen emaneti doğru kullanmakla mükellefiz. Yolun sonu için dua eder ancak yolun sonunu bilmeden yola çıkarız. Bütün yolların sonu Rabbimizin bilgisi dâhilindedir. Kalbine sahip çık, nefsine değil. Kalbimizin sahibi Rabbimizdir ve Rabbimiz muhakkak ki kalbimizi koruyandır. Marifet çok söylemek değil, güzel söylemektir. Çok söylemenin bir kötülüğü de söylediklerimizin hem bu dünya da hem ahirette karşımıza çıkacak olmasıdır. Bile isteye imtihanımızı zorlaştırmaya gerek yok. Kullardan ziyade, Rabbimizin karşısında da kurabileceğimiz cümlelerle konuşabiliyorsak, istediğimiz yerde, istediğimiz kadar konuşalım. Kelimeler Rabbimizin, bizler sıraya koyuyoruz. Yazarken güzel insan olmanın derdindeyiz, susarken de. Yazarsan okurum, susarsan dinlerim Dağlım.
 
Otlar sararmaya başlamıştı; bahçelerde arabalara sepet sepet meyve yükleniyor, havada olgun kırmızı elmalardan gelen o serin sonbahar kokusu dalgalanıyordu. Engelsiz ve gölgesiz bir yolda yürüyorduk. Bir ışığın içinden geçiyorduk sanki. Sesinde, rengârenk kelebekler yahut leylak kokusu gibi, kadına has bir şey, tatlı ve zarif bir eda vardı. Başım önümde, mutlu mesut ancak bunca mutluluktan da ürkek, içimden dua ediyor, seni duyuyor ancak dinlemiyordum. Sonra uzun uzun susuyorduk. Yanında sessizlikten değil, sessizliği bozmaktan korkuyordum. İçimden geçenleri anlatamazdım. Güzelliğine karşı hayranlıkla doluydum. Yüzün, yalnızca inandığın şeyleri söylemek için yaratılmış gibiydi.  Işığa boğulmuştun, yüzüne bakıp şöyle demiştim: “Bu kadar güzellik asalet sayılır.”
 
“Kırlarla sevda arasında benzerlik vardır. Doğrudur bu. Sevdiğimiz kadını mavi gök, yeşil çimen, çiçekler, kokular, meltem, kırlarda ve ormandaki pırıl pırıl yalnızlık kadar güzel hiçbir şey tarif edemez.”
 
Mektubumu Celine’nin cümleleriyle bitireyim: “İçimde senden kalan o kadar çok güzellik sakladım ki, o kadar canlı, o kadar sıcak… / Bana o kadar iyilik ve düş bahşettin ki, eğer ölüm, hemen yarın, gelip beni alacaksa, eminim, asla diğerleri kadar soğuk, çirkin, hantal olmayacağım.”
 
Yenilerde okudum: “ Şu aşk ne yüce bir çocukluktur.”
Hangimiz daha çocuk, işte bunu bilemedim!
 
Duam; okuduklarımızın, yazıklarımız ve sevgimizin bizleri daha iyi insanlar yapmasıdır.
 
Allah esirgeyen ve bağışlayandır!

Önceki ve Sonraki Yazılar
İbrahim Çolak Arşivi
SON YAZILAR