İbrahim Çolak

İbrahim Çolak

Hepsi kalbime

Hepsi kalbime

İzim kalsın
Parkta eli elimde dolaşıyorduk. Bahçeler toprak ve su kokuyordu ve birbirimizi seviyorduk. Susmuştuk. Yoğun mutluluk konuşmamıza izin vermiyordu. Arada gereksiz birkaç cümle kuruyor hemen ardından saçmaladığımı anlıyordum. Bir insanın elini tutmak -nasıl oluyordu da oluyordu işte- o kadar çok şey söylüyordu ki. Söyleyemediklerimi söylüyordu. Sonra oturduk. Yüzünü ellerimin arasına aldım. Gözlerinde, yanaklarında menevişler vardı. Sevgim, hasretim, yanımda oluşu… Mutluluğum… Ancak şükredebilirdim. Sevmek şükretmekti. Uyandığımda sabah ezanı okunuyordu. Çocuksu bir şımarıklıkla gözlerimi yeniden yumdum. Kalbimin derinlerinde varlığını sürdüren hüzne rağmen gülümsediğimi biliyordum. Yeni güne bismillah dedim ve kalktım. Geceden, son anda kulağımdan çıkardığım kulaklık dolandı elime. Yeniden taktım. “Az bana, az bana, az bana gönder / sitemli sözleri yaz bana gönder” diyordu. Günler geçiyor. Günler koşar adım. Günleri tutamıyorum. Okuyorum. Yazıyorum. Meczuplara öykünüyorum. Çiçeklerin dilini sökmeye çalışıyorum. Şunca yıldır göğüs kafesimde taşıdığım kalbimi daha çok kullanayım, hayatımın bir manası olsun, tuttuğum elin sıcaklığını, sarıldığım bedenin acısını ve mutluluğunu hissedeyim, bakmayayım göreyim, yazmayayım yaşayayım istiyorum. Soluk da olsa bir izim kalsın istiyorum.
 
Sessiz söylenen türkü
Ne çabuk bitiyor günler. Gözlerimi kocaman açıp bakıyorum ağaçlara, gökyüzüne, yıldızlara. Sessiz bir türkü söylüyorlar. İnsan kutlu bir varlık. Kalplerimiz ve gözyaşlarımız olmasa ne yapardık. Fonda "Ela gözlüm ben elden gidersem" çalıyordu.
 
Orada mısın?
Yaşamak büyük, yaşamak okyanus kadar belirsiz… Sandalımla dolaşıyorum, bazen koca dalgalar aşıyor üzerimden, bazen gücüm tükeniyor, bazen küreklerimin biri düşüyor, bazen karayı göremez oluyorum, bazen tenimi kırbaç gibi döven yağmura tutuluyorum, bazen güneşten kaçacak yerim olmuyor, bazen susuyorum, bazen kendi söylediğim türküyü yalnız kendim duyuyorum, bazen yıldızlarla yarenlik ediyorum, bazen en olmayacak yerde bir hatıranın içine düşüyorum, bazen kendimi akıntıya bırakıyorum… Bunların hepsi ve daha fazlası oluyor olmasına da senin orada, bana sakin bir liman olduğunu biliyor olmam her seferinde yeniden yaşamaya bağlıyor beni. Ordasın ve sana geliyorum.
 
Ses vermeyecek yere seslenmek
Duyurmak istediğimiz yerden ses gelmediği sürece bağırıp çağırmamız, şiir, yazı, hatta balkonunun altında serenat yapmamız da "hikâyedir." Hikâye şudur: Bir göz koyduğumuz, bellediğimiz, düşlediğimiz vardır. Onun sözü şiir, onun sarılışı şifadır. Bunun ötesinde olanlara "edebiyat" diyoruz. "Bıraktığı ilk izlenim, güzellik değil, gerginlikti." Hem güzel, hem yumuşak olsak. Hem veren, hem beklemeyen olsak. Hem susan, hem söyleyen olsak. Kelimelerim birbirine karışmıştı. Tütün sarıyor, türkü dinliyordum. Televizyon açıktı, odaya girip çıkanları tek kelimelik cevaplarla geçiştiriyordum. Açtım. Biraz da yorgundum. Gönlümde Zapatanın beyaz atları koşuyordu. Bekliyordum. Kaçıyor ancak saklanmıyordum. Arıyordum. Yollara çıkıyordum, yollar bitiyordu. Yollar sana getirmiyordu. Yollara kızıyordum. Sevmek iyi, sevilmek kötüydü! Sevmek özgürlük, sevilmek kölelikti! Her gün kitap alıyordum. İleriye dönük ne kadar da çok yapacaklarım vardı. Olmamalıydı. Benim olan bugündü, yarın yoktu. Yarın tembellerindi. Tembelleşiyordum... Fondan "ha bu ander sevdaluk" çalıyor, ben sigara içiyordum. Sesleniyordum; yazıyor, dua ediyor ve inanıyordum: Rabbimiz, duyması gerekene duyuracaktır, duymuyorsa bağırmak gereksizdi ve sahi kader neydi?
 
Sana aşk
“Sana selam, sana dua, sana yazılmamış mektuplar, yakılmamış türküler, sana eteklerine ayak izi değmemiş dağlar… Gözümün değdiği her yerde seni aradım, yüzümde, gönlümde goncalandın…”
“Beraber hayal kurmanın, avuç içlerime ismini fısıldamanın, yazılanların, yazılmayan ancak bilinenlerin… Heybemde güzellikler, umutlar, mavi ufuklar, altını çizdiğim kitaplar, dudaklarımda dualar… Adım adım sana yürüyorum.”
Sana hasret, sana özlem… Sana gelirsin diye yazıp sakladıklarım, sana dağların saklısından çiçekler, sana otlara gömüp yüzükoyun yattığım yüzüm, sana güneşin doğuşunda avuçlarına bırakacağım kalbim…
 
Nereye düşer?
Kelimelerin bazen ateşe, bazen güle dönüştüğünü hissediyorum sana yazarken… Ben; yazdıkça yanarken, sen okurken üşüyor musun? Ben; yazdıkça cümlelerden bir kalenin içine hapsederken kendimi, sen okurken bir kuş gibi uçuyorsun.
Sustuklarım gülüşüne düşerken, yazdıklarım nereye düşer?
 
Hepsi kalbime
Uykudan uyandığımda yazdığımdır… Rüzgâr alan bir balkonda yeniden okudum mektubunu. Bedenime, canıma, ruhuma dokunan bir okşayıştı yazdıkların.  Yokluğunun kokusunu içime çekiyorum.  Ağlamaklı oluyorum, uzaksın, hep uzak. Bir somun ekmeği ortasından bölüştük seninle, ötesini düşünmüyorum. Gözyaşların bir çiçeğin üzerine düştüğünde, o çiçek kan kırmızı gül olur! Beni güllere düşman eyleme!
 
Senden gelen her ne varsa, her şey, hepsi… Hepsi başım gözüm üstüne. Hepsi kalbime. 

Önceki ve Sonraki Yazılar
İbrahim Çolak Arşivi
SON YAZILAR