Mehmet Toker

Mehmet Toker

Hırsızın Hiç mi Suçu Yok?

Hırsızın Hiç mi Suçu Yok?

"Suç, samur kürk olsa, kimse (sırtına) üstüne almaz." diye bir atasözümüz vardı. Son günlerde gelişen bir takım hadiselere baktığımız zaman herkes bir suçlu arama derdinde. Herkes faturayı birilerine ödetebilmenin gayretinde olduğunu görüyoruz. Fotoğrafa daha yakından, genel bir açı ile baktığımızda toplumda ciddi anlamda bir yozlaşma ve yabancılaşma söz konusu... Toplumu ayakta tutan temel dinamiklerin her geçen gün daha da sarsıldığına şahit oluyoruz.
 
Algı yönetimi ile toplumun genetik kodlarıyla oynandığına şahit oluyoruz. Öyle ki; doğruların yalan, yalanların doğru, siyahın beyaz, beyazın siyah gösterildiği bir dönemden geçiyoruz. Hiç kimse gelecek adına endişe taşımıyor,  geleceğin gelemeyecek kadar zayıfladığı endişesini duymuyor. Günübirlik yaşamanın,  günü kurtarmanın hayat biçimi olmuş olduğu bir gençlikle karşı karşıyayız. Okumanın, işin perde arkasını idrak etmenin, muhakeme gücünün, akıl yürütmenin, düşünmenin, milli menfaatlerin, yok sayıldığı, görmezden gelinliği bir zihniyet yapısı; özellikle otuz yaş altı kuşağı sarmış durumda.  İşin daha da tuhaf tarafı 1990 ve sonrası doğanlar yakın geçmişle  alâkalı birtakım bilgileri de ütopik, hayal mahsulü anlatımlar zannediyorlar. Mesela bugün yirmili yaşlarda olan üniversitede okuyan genç kızlarımız için "28 Şubat" sadece takvimdeki herhangi bir günden ibaret. Bir önceki kuşağın  "28 Şubat" sürecinde nelere maruz kaldığından, ne mücadeleler verdiğinden habersiz.  Yine bugün üniversite çağındaki gençlerimize 5 Nisan tarihi takvimdeki sıradan bir gün olarak geliyor. 19 Şubat 2001 tarihinde Anayasanın MGK'da havada  uçtuğundan, 10 Ağustos 2001'de yazar kasanın başbakanlık önünde uçtuğundan haberleri bile yok. Bu hadiseler  sonucunda bu ülkede ondokuz bankanın battığı veya batırıldığı, bir gecede ülkenin 51 milyar dolar zarar ettiğinden bîhaberler.  Öyle olunca yaşamış oldukları maddi anlamda ki rahat, ekonomik refah, kişisel hak ve özgürlükler kapsamındaki huzur ortamı onları çok ciddi bir manevi rehâvete itti. Manevi rehavet neticesinde ise gençlerimiz; etrafımızda olup biten bir takım hadiseler üzerine düşünme, yorum yapma ve iyi ile kötüyü, doğru ile yanlışı ayırt edebilme konusunda maalesef arzu edilen, istenilen derecede  geleceği düşünen zihin yapısında değiller.  Burada,  gençleri suçlamak gibi bir duygu ve düşüncem asla yok.
 
Asıl sorumluk, 2001 öncesi ekonomik krizleri, hak ve özgürlük ihlallerini, sınıf ayrımcılığını, en sıcağından yaşadığı halde; o yaşamış oldukları olumsuzlukları yeni nesle aktaramayan bizlerde. Bugün gençlerimiz yakın geleceği inşaa edebilme adına karar verirken, yakın geçmişi bilmedikleri için iyi-kötü, doğru-yanlış mukayesesi imkanından da uzak kalıyorlar.  Dolayısıyla bugünkü gerçekliği, kendilerine söylenen ütopik yalanlarla mukayese ederek karar veriyorlar.
 
Demagoji, demokratik alanda en fazla prim yapan mefhum haline gelmişse burada ciddi anlamda durup düşünmemiz gerekiyor. Ziya Paşa'nın Terkîb-i Bend'in de ifade etmiş olduğu:
 
"Âyinesi iştir kişinin lafa bakılmaz,
 
Şahsın görünür rütbe-i aklı eserinde." dizeleri artık bu topluma hiçbir şey söylemiyor. Demagoji: "demos-halk" ve "agogos-liderlik" yapmak kelimelerinin mecz edilmesiyle ortaya çıkmış Yunanca bir kelime.  Mânâsına gelince bir topluluğun duygularını kamçılayarak, duygularını okşayarak, topluluğun duygularıyla oynayarak ve yalan söyleyerek topluluğu kendi lehine çekme, onların aklını örterek hareket etmelerini temin etme olarak tarif edilmiş. İşte bugün özellikle gençlerimiz işe değil, lafa bakarak kişiler hakkında karar verip tercihte bulunuyorsa, göz göre göre söylenilen yalanlara sanki gerçek gibi inanıyorsa, yani demagog kimsenin yalanlarıyla aklını iğdiş etmesine müsaade edip, peşine takılıp, aldanabiliyorsa, bu durum basit görünecek bir mesele değildir. Yalanın, bütün kötülüklerin anası olduğunun ve hem insanı, hem toplumları felakete götürecek büyük bir bela olduğunun farkında olmayan kimseler, yalanı gerçeğe tercih etmeye başladığında toplum felakete doğru büyük bir ivme ile sürükleniyor demektir. Artık algı yönetimi başarıya ulaşmış ve zihinsel manada ki kuşatma tamamlanmış demektir.
 
Burada bir parantez açmak istiyorum. Toplumuzda ahlak eğitimi neredeyse terkedildi. 1920'li yılların sonundan itibaren örgün eğitimden kaldırılan Din Eğitimi ve Ahlak Eğitimi, 1950'den sonra  80 ihtilaline kadar kâh seçmeli, kâh zorunlu ders olarak okutulmuş, 12 Eylül'den sonra da her iki alanda yumuşatılarak "Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi" ismi ile zorunlu hale getirilmiş. Yani başlı başına müstakil bir ahlak eğitimi bu yöntemle örgün eğitimden ihraç edildi. Geriye ahlak eğitimi için yaygın eğitim yapan Diyanet İşleri Başkanlığı kaldı. Her hafta cuma namazında icra edilen cuma hutbeleri bir anlamda toplumun yetişkin ve yetişmekte olan bireyleri için yaygın eğitim mesabesinde olan eğitim saatleri haline dönüştü. Ancak  başkanlığımızın sitesinde yer alan 230 hutbeyi incelediğimizde 4 Ocak 2019'da "Özü Sözü Doğru Olmak", 22 Ocak 2016'da  "Söz Ahlakı",  31Temmuz 2015 arihinde de "İnsan Akıllı ve Sorumlu Bir Varlıktır"  başlıklı hutbelerin irad edildiğini görüyoruz. Yani doğrudan doğruya yalanın kötülüğünü, yalan söylemenin büyük bir bela ve ahlaksızlık olduğunu anlatan, vurgulayan bir hutbe son 4 yıldır okunmamış. Dört yılda mefhûmu muhâlifinden doğru sözlü olmanın, sözü doğru söylemenin faziletine ilişkin az önce yukarıda ifade ettiğim üç hutbe irad edilmiş. 2017 ve 2018 yıllarında söz adabı ve söz ahlakı ile ilgili hiçbir hutbe dile gelmemiş. En azından cumadan cumaya bile olsa camiye gelen, yetişmekte olan nesiller, gençler, yalanın ne derece bir bela, hem söyleyen, hem inanan toplumları elim bir neticeye sürükleyen bir felaket olduğunun;  kulaktan dolma bile olsa bilgisine sahip değiller. Onun için bir anlamda onların gözünde en sempatik yalan söyleyen, en profesyonel yalan söyleyen kimse, en muteber kimse olarak değerlendiriliyor.
 
Bu noktada yapılması gereken, "yanlışın neresinden dönülürse kârdır!" anlayışı içerisinde;
 
Bir:  Gençliğe yakın geçmiş ve doğru bir yakın tarih dersi verilmelidir. Yakın geçmişte maruz kalınan felaketlerin, hangi basiretsizlikler ve hangi anlayışların neticesinde yaşandığının doğru bir biçimde anlatılmasıdır.İki: Ahlakın ne yüce bir erdem olduğunu ve yalan söylemenin, demagoji yaparak insanları kandırmanın çok ahlaksız bir davranış olduğunu, bunu yapan kimselerin adi, basit, düşük kimseler; yalan söyleyerek halkı manipüle edip, provoke etmenin ne kadar büyük bir yanlış, bela, musibet olduğunun olduğunun anlatılmasıdır. Üç: Siyonist Yahudilerin hedeflerinin neler olduğu, hedefe giden yolda her şeyi mübah gördüklerini, bu topraklar üzerinde geçmişten geleceğe su-i niyetleri, planları olduğunu ve ateşe ellerini sokmayıp maşa kullandıklarını ve maşaları kimlerden nasıl seçtiklerini iyi anlatmamız gerekmektedir. Siyonizme yem olmamak için gereken gücün  Ümmet bilincine sahip olmaktan geçtiğinin idrakine varmamız gerekmektedir.  Bu hususları yaygın din eğitimi, yaygın ahlak eğitimi yapan Diyanet İşleri Başkanlığımızın sıksık hatırlatması, dile getirmesi lazım. Yoksa sadece suçlu arar birbirimizi suçlamakla vakit kaybedecek olursak "Her gelecek yakındır ve her gelecek gelecektir" sözü gereğince, o yakın gelecekte gelecek olan geldiğinde daha büyük pişmanlıklar yaşarız, Allah muhafaza...
 
Onun için bugünden tezi yok suçlu aramayı bırakıp, hırsızında suçu olduğunu kabul ederek, hırsıza kapıyı pencereyi kapatacak, hırsızın evin içerisinden işbirlikçi bulmasını engelleyecek yöntemleri hayata geçirmemiz gerekiyor. Bunu yapabildiğimiz ölçüde bugünkü birtakım başarısızlıkları bir yol kazası olarak değerlendirebiliriz. Ancak, bunu yapmadığımız zaman, bugünkü yol kazasının, zincirleme kazalarının başlangıcı olduğu tehlikesini de göz ardı etmememiz gerekiyor. Reçete acı da olsa tedavi için uygulamaktan kaçınmamalıyız. Her yüzümüze gülen, dost olmadığı gibi her acı söyleyen de düşmanımız değildir. Dost acı söyler...
 
 

Önceki ve Sonraki Yazılar
Mehmet Toker Arşivi
SON YAZILAR