İbrahim Çolak

İbrahim Çolak

Sayarsak çabuk biter

Sayarsak çabuk biter

Sabahtı. Erkenciydim. Her iki tarafında kavlağan, akçakavak, elma, mürdüm eriği ve atkestanesi ağaçlarının bulunduğu yan yoldan, işyerime doğru yürüyordum. Yolun dönemeç yaptığı yerde tezgâh açan, yüzünde sanki doğumundan gelen gülüşüyle, gençten, hafif göbekli Yusuf’a selam verdim, parayı tezgâhın üzerine bırakarak, gözüme kestirdiğim yanmış ve yamuk simidi alıp yürümeye devam ettim. Yusuf arkamdan bir şeyler söyledi galiba, duydum da anlamadım. Simidimi ısırarak değil de ufacık parçalar halinde koparıp koparıp ağzıma atarak yiyor ve yürüyordum.
 
İçimin derinliklerinden bir şikâyet ile bir keten kuşu yükseliyordu. Şikâyet; kederli bir inilti, çölde bir neyin feryadı,  yaylara aniden inen yoğun sis gibiydi. Keten kuşu; masmavi gökyüzünde güneşe doğru kanat çırpıyor, güneş ışıkları renkli kanatlarında yakamozlar oluşturuyordu. Güzeldi. Özgür, bağımsız ve hürdü. Kendine bir eş, bir yoldaş arıyordu.
 
Bir rüyada kaybolmuştum. Bedenim hem vardı hem yoktu. Bulutlara karışmış gibiydim. Bir türkünün uzaktan gelen nağmesiyle ürperiyor, bir kanat çırpması, bir derenin şırıltısı, hafif rüzgârın yapraklara dokunuşu, bir kuşun süzülüşü, bir çiçeğin üzerindeki gölge, çölün kumu, dağların kârı oluyordum. Gökyüzünden aşağıya bakıyor, uykuda olan ormanları, beyaz evleri, kırları, çiçekli bahçeleri, kırmızı meyveleri görüyordum. Akasya ve hanımeli kokusu alıyordum. Hem gökyüzündeydim hem de çiçeğe durmuş bir kiraz ağacının gölgesinde, gözlerim kapalı uzanmış oluyordum. İçimde bir yer, titreyen, taze bir şey acıyordu. Mutluluğum eksik gibiydi. Belki de mutluluk buydu. Bilmiyordum.
 
Yüzün sislerin arasındaydı fakat sesini duyuyordum. “Nerde olmak isterdin” diye sorduğumda, başın önünde, “senin olduğun yerde” demiş, usulcacık ancak tane tane duyduğum sesinle devam etmiştin: “Bana güneş, çiçekler ve sen lazımsın.” Hani o çok az bir kısmını yazdığım yazıdaki gibiydi: Açık bir pencerenin önünde karşılıklı oturup, dağlara bakarken çay içmek istediğini hissediyordum.
 
Bir ormanın kenarında, pencereleri güneşe açılan, yılların izlerini taşıyan taş ve ahşap bir köy evi görüyordum. Sert, canlı ve temiz havanın yüzümüzü, saçlarımızı okşadığı dağlarda, güneşte ısınarak inek sürülerinin çıngırak seslerini dinleyen seninle ben miydik? Mümkündü. Belki de düştü, emin değildim. Rüyanın içinde rüyada gibiydim. Sonra gözüm uzaklarda ki şehirlere kayıyordu. Aynı dili konuşan insanlar, aynı hırsların peşine düşüyor, aynı tamahla, yorulmadan ellerini dünyaya uzatıyorlardı. Mutsuzluk cinnetinin zayıf ve uzak gölgelerini ruhlarında saklıyorlardı. Her şeye üzülerek hayatlarını güçleştiren bu insanlar, bir arada, her şeyi daha da zorlaştırarak yaşamaya çalışıyorlardı.
 
Sert sözlere, acı cümlelere hepimiz alınıyor, sevgi ve merhamete karşı daha yumuşak, daha munis, daha merhametli ve daha müsamahakâr insanlar oluyorduk. Uzağımızdan geçip giden hayata katılıp katılmamak arasında, kararsızlık içinde, kendi kendimize kıvranıyorduk. Yanımızda heyecanımızı paylaşacak, başarılarımıza sevinecek, yenilgilerimizde, hüznümüzde elimizi daha sıkı tutacak bir insanın olmasını istiyorduk. İstemek yetmiyordu; sevmek, merhamet göstermek ve vermek gerekiyordu. Yine de olmayabilirdi. Olmaması da hikmetti.
 
Sonra birden gece oluyordu. Sıcak günden arta kalan mülayim bir hararet hissediliyordu. Ay ışığına boğulmuş gecenin içinde yürüyorduk. Mutluydum. Sözlere gerek duymadan mutluydum. Derin bir bahtiyarlık içindeydik. Yanımdaki varlığın, keten giysilerin serin ferahlığına benziyordu. Niyeyse, adımlarımızı saymaya başlamıştım, beni durdurup, “sayarsak çabuk biter” diyordun. Elini tutup, kalbimin üzerine bastırıyor, düşümde düşümden emin olmak istiyordum. Gözlerinde ruhundan gelen bir ışıkla soruyordun: “Yanında mıyım?”
 
Yağmurun camlardaki berrak gürültüsü gibiydin…  Vardın. Şükrediyordum. Kolum kanadım, gözlerim ve kulaklarım dahi uyuşuyor, bulutlara karışıyor, bedenim uyuştukça gönlüm canlanıyor gibiydi. İnsanın bedeni yok oluyor da kalbi kalıyordu.
 
Bir sabahı, bir geceyi, bir türküyü, kar yağışını, yağmuru, gözyaşını, bir kitabı, bir yazıyı, yolculuğu, bir kokuyu, korku ve neşeyi paylaşmak gerekiyordu… Anıları olmalıydı insanın; yürümeli, paylaşmalı, beklemeli, hasret çekmeli ve sarılmalıydı... Emeği olmalıydı insanın; emeksiz sevdiğimiz ve kavuştuğumuz için kıymet vermiyorduk.
 
Yarısını yediğim simit elimde öylece dikilip kalmışım, dalmışım, silkindim, sabah serinliği veren ağaçlar, sanki benim içimden geçirdiğim duygu ve düşünceleri duymuşlar, beni utandırmamak için başlarını öte yana çevirmişlerdi. Mütebessim ve mutluydum. Rüyadan düşe, düşten gerçeğe gidip gelmiştim. Sonra gözüm, yarısını yediğim elimdeki simide takıldı, simidin yarısı benim yarısı senindi.
 
Ben bu yazıyı yazarken, fonda, “Esmesun ayruluk” çalıyordu.
 
 
 

Önceki ve Sonraki Yazılar
İbrahim Çolak Arşivi
SON YAZILAR