Prof. Dr. Önder Kutlu

Prof. Dr. Önder Kutlu

‘TUTUBUN BELİNİ’ SAKİN GEÇEMEDİK!

‘TUTUBUN BELİNİ’ SAKİN GEÇEMEDİK!

Etrafımızda ve ülkemizde neler olup, bittiği konusunda herkesin az çok fikri var. Medya bizi kabul edemeyeceğimiz ve kontrol edemeyeceğimiz kadar çok ‘bilgi’ bombardımanına tutuyor. Suriye meselesi, Peşmerge’nin Türkiye üzerinden Kobani’ye geçmesi, Çözüm Süreci vs. konularında millet olarak sürekli ilgiliyiz. Bunu yadırgamamak lazım. Gerçi pek çok Batılı ülkede ‘normal’ yani işi devlet yönetimi olmayan insanlar (dış veya iç fark etmez) politikayla bu kadar ilgilenmezler. Onlar için önemli olan ekonomik refahları, hayat düzeyleri ve bireysel menfaatleridir. Biz ise daha çok toplumsal refaha, toplum menfaatlerine bakıyoruz. Bu manada Batılı değiliz; Doğulu olmamızın da bir ‘zararı’ yok.

Dünyanın her yerinde devleti idare edenler, milletin sorumluluğunu üzerine alanlar ‘normal’ insanların bu kadar siyasetin içinde olmasını istemezler. Zira bazen insanlar ‘duymamaları’ gereken şeyleri duyar, ‘bilmemeleri’ gereken şeyleri bilebilirler.

Yanlış anlamaya meydan vermemek için konuyu biraz açalım.

İmam-ı Azam fıkhı, “kişinin leh ve aleyhinde olan şeyleri bilmesi” olarak tanımlar. Kişi kendi menfaatine veya hilafına olan şeyleri bilmelidir. Bunu sadece dini hayatı açısından değil, dünyevi hayatı açısından da değerlendirmek lazım. Çünkü fıkıh hem bu dünyayı, hem de diğerini ilgilendirir, sadece ‘ahireti’ değil. Gene biliyoruz ki ‘kişi ilmihalle ilgili bilgileri de bilmek zorundadır.’ Bir başka ifadeyle, kendi durumunu ilgilendiren konularda mutlaka bilgi sahibi olmak zorundadır, irade ve kontrolü dışındakilerden ise sorumlu değildir. Mesela, evli olmayan evlilik hukukunu bilmek zorunda değildir.

Zikrettiğimiz iki boyutu birleştirirsek: Kişi lehine ve aleyhine olan, kendisi ile ilgili bilgileri doğru bir şekilde bilmekle mükelleftir. Gayrısı, ‘fazladan’ olur. Doğru şekilde bilirse çok güzel ama üzerine vazife olmayan konuyu, yanlış bir şekilde bilir ve ona göre amel ederse o vakit hata yapmış olur. Belki insanların ‘günahını’ alabilir, hakları geçebilir.

‘Türkiye’de ve dünyada olup biten her şey beni ilgilendirir’ diyebiliriz. Ama bu da sağlıklı değil, buradaki ölçümüz ‘bizim müdahale imkân ve sorumluluğumuz var mı’ şeklindedir. Düşünce olarak, Türkiye’deki ve dünyadaki her şeyin bizi ilgilendirdiği fikrine karşı değiliz. Lakin yanlışlara karşı harekete geçmemiz için mutlaka açık bir mükellefiyetimiz bulunması gerekir. Ayrıca, kötülükle mücadele ederken yapılan derecelendirmeyi de unutmamamız gerekiyor: Elle, dille ve kalple.

Çizdiğimiz bu çerçeveden sonra mevzumuza dönersek, ‘sorumluluk’ sahibi insanlar olarak leh ve aleyhimize olan ama bizi ilgilendiren mevzuları doğru şekilde öğrenmek durumundayız. Bunların dışındaki konularda ise son derece dikkatli olmak durumundayız.

Yıllar önce şehirlerarası otobüs şoförlüğü yapan birinden dinlemiştim, özellikle gece yolculuklarında, İstanbul seferlerinde seyahatin ilk otuz kilometresinde, yani ‘Tutubun Beline’ kadar çok dikkatli olduklarını, hızlı bir şekilde servisi tamamlayıp, yolcuyu ‘uyutmak’ zorunda olduklarını söylemişti. Aksi halde tüm yolculuk boyunca yolcuların uyuyamayacağını veya yolun bozuk olması nedeniyle en ufak bir sarsılmadan bile tüm yolculuların ‘ürkeceğini’ ifade etmişti. Yolculuğun daha başında verdikleri güvenin yolculuğun sonuna kadar kendilerini rahat ettirdiğini eklemişti.

Türkiye’de de benzer bir durum olduğunu düşünüyorum. Ak Parti 11 Eylül olaylarından yaklaşık bir yıl sonra iktidara geldi. Gözü dönmüş ABD ve müttefikleri Afganistan’ı işgal ettiler ve Irak için de ‘suyumu bulandırdın’ safsataları ile bölgeyi ateş topuna çevirdiler. Hükümetin ilk yılları hakikaten çok zor geçti. Dışarıda gözü dönmüş NeoCon sapıkları, içeride vesayetçi düzen taraftarları. İddiam o ki, eğer Hükümetin ilk yılı, dönemi ‘sakin’ geçseydi, ondan sonraki dönem de nispeten daha sakin geçebilirdi.

Medya, iç ve dış mihraklar ‘Tutubun Beli’ni sakin geçirtmediler. O nedenle, hakikaten bugün bilgi kirliliği yaşıyoruz. Elinde sağlam bilgi olan da olmayan da, değerlendirme imkânına sahip olan da olmayan da konuşuyor. Milleti ‘tedirgin’ ediyor. Tedirginlik var ama çözüm yolu gösterilmiyor. Böylece insanımız, dost meclislerinde, otobüs duraklarında, çay sohbetlerinde velhasıl her vesile ile ‘ne olacak bu Kobani’nin hali?’, ‘Peşmerge’ye neden izin verdik?’, ‘PYD, PKK’nın Suriye versiyonu imiş’ şeklinde sorularla belki çok az bilgi sahibi oldukları mevzuları muhabbetlerine konu eder hale geldi. Bu bilgilerin doğruluğu, yanlışlığı ayrı bir mevzu ama insanımız kendini paralıyor, vücut ve ruh sağlığını zorluyor. ‘Herkesin sorumluluğu bulunduğu yere göre değişir’ düsturu unutuluyor.

Bütün bu olup, bitenlerde medyanın payı oldukça fazla. Rating kaygısıyla veya daha kötü niyetlerle sansasyonel haberler yapıyorlar. 2003 Tezkere krizinde gördük. Bir taraftan ‘ABD’nin istediğini yapmazsak bize bunun hesabını sorar’ dediler, diğer taraftan ‘Türkiye BOP’un eşbaşkanı’ dediler. Gezi Parkı olaylarında gördük.  ‘Tavşana kaç, tazıya tut’ mevzuları.

Ana muhalefet farklı mı? Bir yandan ‘Suriye Tezkeresi’ ihanet, diğer taraftan ‘Kobani’ye Tezkere’ diyen insanda bir tutarlık var mı? İkisi arasında sadece birkaç gün var. Belki hafta, ay olsaydı tevil edilebilirdi. Kobani Suriye’de değil mi? Niçin ve nasıl girecek Türk askeri Kobani’ye? Önünü arkasını düşündünüz mü? Sizlerin çocukları da yer alacak mı o giren askerler içinde? Yoksa gene ‘Türk Mehmet nöbete’ mi?

Şu biliyoruz ki devletlerin bir kısım işleri herkesin bilmesi gereken işlerdir, bir kısmı da ‘ortak iyilik için’ çok dar bir kadronun bilmesi gereken işlerdir. Milletin menfaatine olduğu müddetçe, benim veya bir başka ilgisiz kişinin her şeyi bilmesine lüzum yok. Benim veya başkasının konuyla ilgili bir görevimiz ve sorumluluğumuz bulunursa mesele o zaman farklılaşır. Buna terörle mücadele, Çözüm Süreci, Dış politika vs. dâhil.

Başka ülkelerde durum farklı mı? CIA dünyanın her yerinde operasyonlar yapar. Finansmanını Citibank eliyle yürütür. Gerektiğinde ‘düşmanla’ görüşür, gerektiğinde ‘dostu’ silahla, parayla destekler ve savaştırır. El altından muhtelif pazarlıklar yapar. Kimin için? Tabii ki kendi menfaatleri.

Türkiye yaptığında? O zaman ‘ihanet’. Halkbank’a yapılan muameleye bakın. İran’ın petrol paralarına aracılık etmiş. Kimin için? Tabii ki Türkiye için. İthalatınız 251, ihracatınız 151 milyar dolar. Ama batmıyorsunuz. Nasıl? Maaşınıza zam, vergide düşme, yeni yol, daha iyi sağlık hizmeti istiyorsunuz. Ama ‘nasıl olacak’ kafa yormuyorsunuz. Paralel ihanet Türkmenlere, Özgür Suriye Ordusu’na giden mühimmatı ‘yakalatıyor’. MİT tırlarına operasyon düzenliyor…

Bunları ben bilmek zorunda değildim. İlgisiz insanlar bilmek durumunda değildi. Bir yakınım şunu söylemişti: ‘Yüz koyunu olan, bir köpek bağlar’. Türkiye’nin ne kadar koyunu var? Korunacak ne kadar menfaati var?

Kanaatimce bütün mesele ‘Tutubun beli’nde. Orayı sıkıntısız atlatsaydık, yolculuğumuz rahat geçecek, sabaha kadar uykusuzluktan gözlerimiz ‘kızarmayacaktı’. ‘Şoför’ değiliz, ‘muavin’ değiliz ama ‘uykusuzuz’.

Önceki ve Sonraki Yazılar
Prof. Dr. Önder Kutlu Arşivi
SON YAZILAR