Prof. Dr. Hülya Küçük

Prof. Dr. Hülya Küçük

Veli Kültü ve Türbe Ziyaretiyle ilgili Problemler

Veli Kültü ve Türbe Ziyaretiyle ilgili Problemler

İslam’a göre Allah bütün mü’minleri sever, onları karanlıktan aydınlığa çıkarır (Bakara, 2/257). Karanlık, Allah hakkında mârifet yoksunluğu, aydınlık da İslam’dır. Tasavvufa göre bu “velâyet-i âmme: genel velâyet)tir. Bir de velâyet-i hâssa (Özel velâyet) vardır ki bu da Allah’a doğru özel bir gayretle cehd eden insanlardır. İşte bunlar Allah’ın daha çok sevdiği “veli” kullarıdır. Allah için özeldirler ve Allah onların dualarını kabul eder. Nitekim bir kudsî hadiste: “Yüce Allah şöyle buyurdu:  Kim Benim velî kuluma düşmanlık ederse, Ben ona mutlaka savaş açarım. Kulum, üzerine farz kıldığım şeylerden daha iyi bir yolla Bana yaklaşamaz. Kulum, nafilelerle de bana yaklaşmaya devam eder, nihâyet Ben onu severim. Onu sevince de işiten kulağı, gören gözü, tutan eli ve yürüyen ayağı olurum. Benden bir şey isterse veririm. Bana sığınırsa onu korurum. Yapmak durumunda olduğum hiçbir hususta, ölümden hoşlanmayan mü’minin ruhunu alma zamanındaki tereddüdüm kadar tereddüt göstermem ve aslında ben onu üzmekten de hoşlanmam.” (Buhârî, Rikâk, 38) buyrulmaktadır. Bu sebeple halkın onlara teveccühü, alimler gösterdikleri teveccühten kat be kat fazladır. Hatta bu, ölümlerinden sonra da devam eder ve türbeleri ziyaretgâh olur: Dilekler dilenir, kurbanlar kesilir. Bu dileklerden birisi de “şifâ aramaktır”. Hangi türbenin hangi hastalığa iyi geldiğiyle ilgili birçok halk inancı vardır.  Bu hastalıklar eldeki siğilden akıl hastalığına kadar değişebilir. Hastanın bu türbeler veya türbede yatanın evinde birkaç gece kalması da gerekebilir. Meselâ Giresun-Alucra/Boyluca’daki Seyyid Mahmûd Çağırgânî’nin (v. 907/ 1501) evi gibi bazı yerlerde özellikle akıl hastaları getirilip birkaç gece yatması sağlanır. Buralara birlikte gelenler ve hasta dua ve ibadetle meşgul olur.

Türbeler kısmetin açılması, çocuk sahibi olmak, yatağı ıslatan çocuğunun iyileşmesi gibi kadınları ilgilendiren konularda onların şefâatlarını istemek için ziyâret edilir. Meselâ Ankara–Nallıhan’daki Bacım Sultân Türbesi Akıl hastalıklarından birine düçar olmuşların getirildiği yerdir. Bolu–Göynük’teki Şıhlar Türbesi, sıtma hastalarının ziyâretgâhıdır. Hacı İzzeddîn Halvetî’nin Şumahdaki kabri üstündeki narın hummaya iyi geldiği söylenir. Gölgesinde yatmak, yaprak ve dalları bu amaçla kullanmak gerektiğine inanılır.

                Diğer İslam ülkelerini tek tek araştıramayız ama en azından Türkiye için söylersek, 1990 yılı verilerine göre,  Türkiye’de 1125 Türbe vardır ve bunlar,  mücerred dua, şifâ,  problemlere çözüm gibi sebeplerle ziyaret edilmektedir. Türbe ziyaretinin caiz olup olmadığı konusunda, asırlardır yapılagelen tartışmaları ve  bu konuda Vehhâbiliğin aşırı tutumu gibi hususları bir tarafa bırakarak, biz burada, realiteden hareketle sufilerin konuyla ilgili görüşlerini ele almaya çalışacağız.

                Kabirleri ziyâret, dünyadaki hayatımıza geri döndürülmek istesek de döndürülmeyeceğimiz zamanı düşünerek güzel amelde bulunmaya yardımcı olduğu gibi, kabirdeki yakınımıza da daha gönülden duâ edip ferahlamasına yarar. Çünkü kabrinden uzaktayken o kişiye yakınlığımızı hissetmemiz pek de kolay olmayabilir. Velilerin kabrini ziyâret, yâni türbe ziyâretininse farklı bir boyutu vardır: Türbe ziyâretini, türbelere ve ölülere tapınmak olarak niteleyip karşı çıkanlar çoktur. Haddizâtında türbe ve ölülere saygı gösterilmesine karşı olan sûfîler veya böyle bir pratiği pek önemsemeyenler de vardır. Meselâ Hücvîrî’nin Keşfü’l-mahcûb’unda sûfîlerin hayat hikâyelerinin anlattığı kısmında sadece bir yerde “kabri ziyâret edilirdi” cümlesine rastlarsınız.

Rüya bir delil olmayabilir ama ilginçliğine binaen buraya şunu da almak istiyoruz: Bâyezid el-Bistâmî, İlhanlı ve Moğol hükümdarlarınca çok saygı gösterilen bir veliydi. Moğol Gazan Han, ona saygısının bir göstergesi olarak Bistâm yakınlarında bir türbe (künbet) yaptırmış, naaşını buraya taşıtmak istemişti. Ama rüyasında gördüğü Bâyezid el-Bistâmî bunu yapmasına izin vermediğini söyleyince vazgeçmişti.

Türbesi bütün dünyaca ziyâret edilen Mevlânâ da Mesnevî’sinde: “Mezara türbe yapmak, üstüne kubbe ve mazgallı siper koymak, mânâ sahiplerine makbûl değildir. Bir bak da gör, diriyken atlaslara bürünen kişinin aklını o ipekler, o atlaslar hiç fazlalaştırır, onun re’yine isabet verir mi?” demiştir. Bu sözler, türbe yapımını onaylayan bir kimsenin sözleri olamaz. Hattâ, Gölpınarlı, Eflâkî’de Mevlânâ’nın dilinden naklen anlatılan: “Dostlarımız türbemizi uzak mesâfeden görünmesi için yüksek yapsınlar. Kim türbemizi uzaktan görür, i‘tikad eder ve bizim velâyetimize güvenirse, onu Allah Taâlâ rahmete kavuşanlar arasına koyar/koysun” ve “Bizim türbemizi yedi kere yapacaklar. Sonuncu kez de zengin bir Türk çıkacak, onu, bir tuğlasını altından, bir tuğlasını da gümüşten olmak üzere yapacaktır. Bizim türbemizin etrafında [büyük] bir şehir olacak, sonra türbemiz şehrin ortasında kalacaktır. O zaman da Mesnevî’miz şeyhlik edecektir”.  şeklindeki rivâyetlerinin uydurma olduğunu söyler.. Durum dediği gibi değilse, bu söz Mevlânâ’nın büyük bir kerâmetidir; çünkü türbeyi onaranlar/süsleyenler Türkler olduğu gibi, herkesin bildiği üzere Mevlânâ, türbesi ve Mesnevî’si vasıtasıyla dünyanın dört bir yanından çektiği ziyâretçilere/bütün dünyaya şeyhlik etmektedir.

                Mevlânâ’yı Mevlânâ yapan Şems-i Tebrîzî de şöyle der: “Türbelere ve ölülere saygı göstermek gerekmez”. (Şems, Makâlât, 197). Alaeddin Attâr (v. 802/1399) da mürîdlerine: “Erlerin kabrine tapma; onların amellerini işle/yap” der  Hayattayken ün ve şandan kaçan kişilerin türbeleri vasıtasıyla adlarını yaşatmak istediklerini düşünmek bir paradokstan başka bir şey değildir. Ama insanlar, velileri Allah'ın “sevdiği ve dolayısıyla duâlarını kabul ettiği kulları” olarak görmüşlerdir. Ancak bu hususta sıkça düşülen bir hatâ ve nasslarda olmayan yanı ise, veliyi “insanüstü” bir konuma yükseltmektir. İnsan, Allah’ın sevdiği bir kulunu öldükten sonra da ziyâret ederek onu sevdiğini gösterebilir. Zaten bu kişi önemli eserlere imza atmış birisiyse kabrini ziyâret, tarihî bir mekânı ziyâret olarak algılanabilir. O kişiden sağlığında duâ isteyebilir veya onu vesile kılarak (“falanca sevdiğin kulun yüzü hürmetine” diye) Allah’a duâ edebilir; bunda bir beis olmasa gerektir. İmam Gazzâlî’nin dediği gibi, meselâ Hz. Peygamber’in Türbe-i Saadeti ve büyük imâmların kabirlerinin yanı başında duâ etmemizin, oradaki kişiyle bir ilgisi yoktur aslında; ancak bunun bize faydası olabilir; Zîrâ orada bütün zerrelerimizle hazır ve nâzır olur, kalbimizin en derin köşesinden duâ etmeyi başarırız. Yoksa Peygamber (a. s.)  her yerden bizim salât ve selamımızı duyar. Gazzâlî, ölüm uykunun kardeşiyse, uykuda bedenden kurtulup dünyaları dolaşabilen ruhun ölümde daha da kuvvetli olacağına inanır. Ziyâret, kabirdeki zâtın, adetleri, huyu, âsâsına yaklaşmak gibi bir yaklaşma hareketidir. Bu harekette bulunarak, kendisinin bütün himmeti ve arzusuyla ona yönelmesine, onu düşünerek zihnini tamamen onunla meşgul etmesine yardım etmiş olur.  Aynı şey İslâm büyükleri ve gerçekten Allah’ın velisi olan kullar hakkında da doğru olabilir. Onlar cesed değil, ruh olmuşlardır artık ve ruhun belli bir yeri yoktur. Onun, yâni o sevgili kulun sevgisini vesile kılarak affımızı ve diğer arzularımızı iletmemiz ve bunu bütün zerrelerimizle yapmamızın oradaki şahsa değil bize faydası umulabilir.

Önceki ve Sonraki Yazılar
Prof. Dr. Hülya Küçük Arşivi
SON YAZILAR