ABD-Çin çekişmesinin bedelini bütün dünya ödüyor

ABD-Çin arasındaki mücadelenin ana eksenini oluşturduğu yeni dünya düzensizliği, küresel ekonomiyi eksi toplamlı bir oyuna, yani kaybet-kaybet’e taşıyor ve bedeli tüm dünya ödüyor.
ABD-Çin çekişmesinin bedelini bütün dünya ödüyor

Dünyanın en büyük iki ekonomisi ABD ile Çin arasında devam eden ticaret savaşları giderek daha yıkıcı ve çözümü daha zor bir hale geliyor. Geçtiğimiz yılın Aralık ayında iki ülke arasında imzalanan birinci faz ticaret anlaşması aslında bu anlamda bir umut ışığı yakmıştı. Çin’in ABD’den belirli kalemlerde ithalatını artırması ve buna karşılık ABD’nin de bazı ürünler üzerindeki tarifeleri indirmesi taahhütlerine dayanan bu anlaşmanın hükümleri yerine getirilebilirse Faz-2’ye geçilecek ve kademeli olarak iki ülke arasındaki ticaret anlaşmazlıkları sona erdirilecekti. Ancak sadece birkaç ay içerisinde, Faz-1 bile yerine getirilebilmesi çok zor, neredeyse imkânsız bir hale geldi.

Teknoloji bu süreçte jeopolitik anlamda kamplaşmanın da sahnesi haline geldi. Birçok ülke teknoloji alanında ABD ile Çin arasında bir tercih yapma konumuna gelmiş durumda.

Faz-1 anlaşmasında Çin, ABD’den yaptığı ithalatı iki yıl içerisinde 200 milyar dolar artırmayı taahhüt ediyordu ve yapılacak alımların içerisinde 50 milyar dolarlık petrol ve doğalgazın yanı sıra 32 milyar dolarlık tarım ürünleri ve yaklaşık 80 milyar dolar değerinde makina ve teçhizat da yer alacaktı. Ancak tarafların niyetlerinden bağımsız olarak yeni tip koronavirüs (Kovid-19) pandemisi tüm denklemi bozdu. Önce virüsün ilk çıktığı Çin’in ekonomisinden başlayarak kısa bir sürede tüm dünyayı etkileyen, hem arz hem talep tarafında yaşanan travmatik daralma, ABD’deki üretimi de Çin’in satın alma kapasitesini de ciddi bir şekilde kısıtladı. Ekonomik açıdan Faz-1’in hükümlerinin yerine getirilebilmesi zorlaşırken, iki ülke arasında ekonomi dışı konularda artan gerginlik de ilişkilerde son derece olumsuz bir ortam oluşmasına yol açtı. ABD yönetimi Kovid-19’un dünyaya yayılmasından Çin’i sorumlu tutarken, Çin de Washington’dan gelen ithamlara dünya genelinde bir diplomatik atakla karşılık verdi. Ardından Çin yönetimi tarafından kabul edilen Hong Kong’a yönelik yeni Ulusal Güvenlik Yasası, ABD tarafından Hong Kongluların temel hak ve özgürlüklerine tehdit oluşturduğu gerekçesiyle sert bir tepkiyle karşılandı ve hatta bu kapsamda Çin’e karşı yaptırım uygulanması gündeme getirildi. Bu ortamda Faz-1’in hayata geçirilmesi zor olduğu gibi, ABD ile Çin arasındaki ticaret savaşlarının da giderek topyekûn bir stratejik mücadele haline geldiği görülüyor. Bu mücadelenin ise ağır ekonomik bedelleri var ve bunu ödeyecek olanlar sadece bu iki ülkedeki bireyler ve firmalar değil küresel ekonominin tamamı olacak.

Kaybedilen milyarlarca dolar

Uluslararası Para Fonu (IMF), Ekim 2019’da yayımladığı bir raporda ABD ile Çin arasındaki ticaret savaşlarının küresel ekonomiye olan maliyetini yaklaşık 700 milyar dolar olarak hesaplamıştı. ABD ile Çin arasında gümrük tarifelerinin artmasıyla maliyetler yükseldi ve her iki taraf da bundan olumsuz etkilendi, etkilenmeye devam ediyor. ABD’de gümrük tarifelerinin artırılmasına karşı lobi faaliyetleri yürüten bir sivil toplum inisiyatifinin açıkladığı rakamlara göre Şubat 2018’den bu yana Çin’le karşılıklı olarak yükseltilen vergiler nedeniyle Amerikalı şirketlerin kasasından toplam 57 milyar dolar fazladan para çıktı. Çin’den ara mamul temin eden ve Çin'deki tedarik zincirleri üzerinden çalışan ABD’li şirketler zor duruma düştükleri gibi Çinli üreticiler de ABD pazarından ayrılıp alternatif arayışlarına girmek zorunda kaldılar. Birleşmiş Milletler Ticaret ve Kalkınma Konferansı (UNCTAD) verilerine göre Çinli firmaların ABD pazarında sadece 2019 yılının ilk yarısındaki kayıplarının toplamı 35 milyar dolar seviyesinde.

Bu da dünyayı teknolojik işbirliği ve ortak gelişim yerine, teknolojik kamplaşma ve birbirinden bağımsız gelişen farklı standartların egemen olacağı parçalı bir ekosisteme, IMF Direktörü Georgieva’nın tabiriyle “dijital bir Berlin Duvarına” sürüklüyor.

Şüphesiz ki, bu süreçten kısa vadede fayda sağlayan, ABD ile Çin arasında yükselen ticaret engelleri nedeniyle ticaretin yön değiştirmesiyle birlikte ihracatını artıran ülkeler de oldu. Yine UNCTAD’ın verilerine göre Meksika’nın 3,5 milyar dolar, Vietnam’ın ise 2,6 milyar dolarlık bir kazancı söz konusu. Ancak kısa vadede bu durumdan fayda sağlayanlar olsa da iki dev ekonomi arasındaki bu çekişme, orta ve uzun vadede küresel ekonomiyi kimsenin kazanamayacağı, sadece bu iki ülkenin değil dünyadaki tüm ekonomik aktörlerin ağır bedel ödeyeceği bir ortama doğru sürüklüyor.

Ortada aslında büyük bir çelişki var. Bugünün küresel ekonomisi büyük ölçüde ülkeler arasındaki ekonomik bağımlılıklar üzerinden şekilleniyor. Şu anda aralarındaki ekonomik ilişkiyi “savaş” ifadesiyle tanımladığımız ABD ile Çin bile birbirlerine ciddi şekilde bağımlı durumdalar. 2019 yılında ABD ile Çin arasında, bir önceki yıla göre artan tarifeler nedeniyle düşüş kaydedilmiş olsa bile, yaklaşık 580 milyar dolarlık mal ticareti gerçekleştirildi. Bu ticaret doğal olarak alana da satana da bir fayda sağladığı için yapılıyor. ABD’nin en büyük elektronik üreticisi Çin’den parça alıp üretimini yapıyor, Çin’in en büyük elektronik üreticisi ise ABD’den bazı ara ürünleri temin ediyor ve her ikisinin de çok fazla alternatifi yok. ABD için Çin, Çin için ise ABD büyük ve olmazsa olmaz bir pazar. Diğer yandan Çin’in halihazırda ABD devlet tahvillerine yapmış olduğu yaklaşık 1,1 trilyon dolarlık bir yatırım var. ABD bu kaynak sayesinde açığını finanse ediyor, Çin ise alternatifini kolay bulamayacağı büyüklük ve güvenilirlikte bir yatırım aracına sahip oluyor. Bu bağımlılıklar sadece bu iki ülke değil tüm dünya için geçerli. Ancak çelişki şu ki, ülkelerin ekonomik anlamda bu ölçüde birbirlerine bağımlı olduğu bir dünyada bir yandan da ticaret korumacılığı giderek artıyor, ülkeler yabancıların yatırımlarına kapılarını giderek kapatıyorlar.

Dijital Berlin Duvarı’na doğru

Bu çelişkinin en belirgin yansımaları ise yine ABD ile Çin arasındaki mücadelenin de başlıca cephesi haline gelen teknoloji alanında yaşanıyor. Teknolojik gelişim, bilimi temel alan doğası gereği ülkeler arasında işbirliğini, bilgi ve deneyim paylaşımını gerektiriyor. Son dönemlerde yaşanan gelişmeler ise tam tersine bu teknoloji paylaşımının “ulusal güvenlik tehdidine” yol açabileceği gerekçesiyle ülkelerin birbirlerine kapılarını kapatmaları ve kısıtlamalar getirmeleri yönünde. Son olarak ABD yönetimi, Çinli telekomünikasyon firmalarına ABD’li üreticiler tarafından mikroçip gibi ara mamullerin satışını yasakladı. Öyle ki üçüncü bir ülkede üretilen çipler bile üretimde ABD malı malzeme kullanılmışsa Çinli firmalara satılamayacak. Bu durumda kim kaybediyor? Çinli firma, bu mikroçipi başka bir yerden ya temin edemiyor ya da etse bile artan maliyetlerle karşı karşıya kalıyor. ABD’li üretici, en büyük müşterisini kaybediyor, geliri azalıyor. Bu durum her iki tarafın da yatırımlarını olumsuz yönde etkiliyor, maliyetler suni bir şekilde artınca Ar-ge’ye ayırılan kaynak azalıyor, teknolojik gelişim yavaşlıyor ve bundan sadece ABD ile Çin değil, tüm dünya etkileniyor.

Teknoloji bu süreçte jeopolitik anlamda kamplaşmanın da sahnesi haline geldi. ABD özellikle 5G, yapay zekâ ve nesnelerin interneti gibi alanlarda müttefiklerinin Çin ile çalışmasını engellemek için girişimlerde bulunuyor. Çin ise daha yüksek teknolojiyi, rakibinden daha erken ve daha uygun imkanlarla sunarak ortaklarının sayısını artırmayı amaçlıyor. Birçok ülke teknoloji alanında ABD ile Çin arasında bir tercih yapma konumuna gelmiş durumda. Bu da dünyayı teknolojik işbirliği ve ortak gelişim yerine, teknolojik kamplaşma ve birbirinden bağımsız gelişen farklı standartların egemen olacağı parçalı bir ekosisteme, IMF Direktörü Kristalina Georgieva’nın tabiriyle “dijital bir Berlin Duvarına” sürüklüyor.

Soğuk Savaş, farklı ideolojileri ve dünya görüşlerini temsil eden iki büyük güç arasında sıfır-toplamlı bir mücadele idi; ABD ve onun temsil ettiği liberal demokrasi ve piyasa kapitalizmi sistemi kazanırken, Sovyetler Birliği’nin komünist düzeni ve komuta ekonomisi mağlup olan taraftaydı. İlerleyen yıllarda küreselleşmenin de hız kazanmasıyla birlikte sıfır-toplamlı oyundan artı toplamlı oyuna, tabir yerindeyse kazan-kaybet’ten kazan-kazan’a geçmiş olduğumuzu düşündük. Ne var ki küreselleşme sadece kazananlar değil, çok daha fazla sayıda kaybeden de meydana getirdi; var olan eşitsizliklerin daha da büyümesine yol açtı. Bugün ise ABD-Çin arasındaki mücadelenin ana eksenini oluşturduğu yeni dünya düzensizliği, küresel ekonomiyi eksi toplamlı bir oyuna, yani kaybet-kaybet’e taşıyor ve bedeli tüm dünya ödüyor. Buna dur diyerek, gidişatı tersine çevirmek ise ülkelerin tek başlarına yapabileceği bir şey değil; sistemik bir yeniden yapılanmayı, dolayısıyla küresel işbirliğini gerektiriyor.

[Dr. Altay Atlı, Boğaziçi Üniversitesi Asya Çalışmaları Merkezi’nde uzman ve Atlı Global kurucu direktörüdür]

Kaynak: