Devasa sorunlarını çözmeden Fransa’da sular durulmaz

Fransa artık metropole dönmek ve merkeziyetçi bir ülke olarak topraklarında hukuken yok saydığı ulusal azınlıklarının yeni taleplerini karşılamak durumunda.
Devasa sorunlarını çözmeden Fransa’da sular durulmaz

Fransa 5 Aralık’tan bu yana toplumsal çalkantı içinde. Hükümetin öngördüğü emeklilik reformuna karşı, başta ulaştırma sektöründekiler olmak üzere, çalışanların süresiz greve gitmesi ve milyonların sokaklara dökülmesi tüm ülkede hayatı durma noktasına getirmiş durumda. Zenginlerden alınan Servet Vergisi’ni (Impôt sur la Fortune [IF]) servetin yurt dışına kaçışını önlemek için kaldıran ama bunu başaramayan Cumhurbaşkanı Macron göstericilerin hedefinde. Emeklilik yaşı sürekli ileri çekilip sigorta primleri artırılırken maaşların enflasyon oranının altında kalması, geçen yıl ülke çapında büyük bir protesto hareketi başlatmış olan Sarı Yeleklileri (Gilets Jaunes) de içine alan geniş bir toplumsal kesimi ayağa kaldırdı. Sokakta dile getirilen görüş, Macron’un zengini daha zengin, yoksulu daha yoksul yapan bir politika izlediği, dolayısıyla Macron çekip gitmeden ülkede hiçbir şeyin düzelmeyeceği yönünde.

İflas etmekte olan Fransız sosyal modelinin, ne yapılırsa yapılsın artık beklentileri karşılaması mümkün değil. Devasa ekonomik sorunları, Fransa’nın sosyal devlet ilkesini, haftada 35 saatlik çalışma süresiyle dikkat çektiği dönemde olduğu kadar gözetmeye elvermiyor.

BVA anketi, halkın yüzde 59’unun grevler yaşantısını zora soktuğu halde bu harekete destek verdiğini gösteriyor. Destek işçilerde yüzde 72’ye, kamu çalışanlarında ise yüzde 81’e varıyor. Harekete yönelik en büyük siyasi destek ise yüzde 79 ile Jean Luc Mélenchon’un radikal sol partisi Boyun Eğmeyen Fransa’dan (La France Insoumise [LFI]) ve yüzde 75 ile de Marine Le Pen’in aşırılığını bir ölçüde törpülediği ve adını Ulusal Toplanma (Rassemblement National) olarak değiştirdiği radikal sağ partiden geliyor.

Sağından ve solundan böyle sıkıştırılan Başbakan Édouard Philippe’in hedefi ise Çarşamba günü bu konuda somut bir proje açıklayarak halkı sakinleştirmek. Ama iflas etmekte olan Fransız sosyal modelinin ne yapılırsa yapılsın artık beklentileri karşılaması mümkün değil. Devasa ekonomik sorunları, Fransa’nın sosyal devlet ilkesini, haftada 35 saatlik çalışma süresiyle dikkat çektiği dönemde olduğu kadar gözetmeye elvermiyor.

Protestoların La Réunion’a da sıçradığına, orada görevli polislerin kötü çalışma koşullarını gerekçe göstererek grev yaptığına bakılırsa, Fransa’nın Denizaşırı Departman (DOM) ve Denizaşırı Toprak (TOM) olarak sınıflandırdığı sömürgeleri de benzer sorunları yaşıyor. Hatta buradaki sorunlar çok daha büyük. Çünkü metropolden bu bölgelere gelen turistlerin sayısında azalma var. Sektörde gelir azalırken işsiz sayısı artıyor. Bu yıl itibariyle Fransa’nın denizaşırı bölgelerinde işsiz sayısı 500 bini aşmış durumda. Daha metropoldeki sorunlarını çözmekte zorlanan bir devletin bir de sömürgelerini idare etmesi elbette kolay değil.

Siyasi sorunlar

Fransa’nın su yüzüne çıkan ekonomik/sosyal sorunları kadar (kimi bunlardan kaynaklanan) ciddi siyasi sorunları da var. Örneğin eski sömürgelerinden özel statülü Yeni Kaledonya’da önümüzdeki yıl ikinci defa oto-determinasyon referandumu yapılacak. "Hayır" taraftarlarının kazandığı ilk oylamadan sonra bağımsızlık taraftarları giderek artıyor. Gün gelecek Yeni Kaledonya da, tüm sömürgeler de bağımsızlıklarına kavuşacaklar. Kabul etmek gerekir ki her kolonyalist ülkeninki gibi, Fransa’nın da denizaşırı bölgelerde yaşayan halklara “medeniyet getirme” misyonu çoktan sona ermiş durumda.

Zenginlerden alınan Servet Vergisi’ni, servetin yurt dışına kaçışını önlemek için kaldıran ama bunu başaramayan Cumhurbaşkanı Macron artık göstericilerin hedefinde. Sokakta dile getirilen görüş, zengini daha zengin, yoksulu daha yoksul yapan bir politika izleyen Macron'un çekip gitmeden ülkede hiçbir şeyin düzelmeyeceği yönünde.

Fransa artık metropole dönmek ve merkeziyetçi bir ülke olarak topraklarında hukuken yok saydığı ulusal azınlıklarının yeni taleplerini karşılamak durumunda. Yürürlükten kaldırılan 1951 tarihli Deixonne Yasası’nın yerel dillerin öğretilmesini mümkün kılan hükümlerinin eğitim planlarına dahil edilmiş olması artık yeterli değil. Azınlık gruplarına en azından ana dilde eğitim hakkı, hatta “bir doz özerklik” tanınması da gerekiyor. Aşağıdaki üç önemli azınlık grubuna yakından bakıldığında, Fransa’nın bu sorunlarını pragmatik bir yaklaşımla çözmek durumunda olduğu son derece açık.

Korsika sorunu

Fransa’daki azınlık gruplarından en şanslısı kuşkusuz Korsikalılar. 1 Ocak 2018 itibariyle “tek teritoryal topluluk” (Collectivité territoriale unique) statüsüne sahip olan adada Aralık 2017’de yapılan seçimlerden bu yana çevresel milliyetçiler iktidarda. Özerk Meclis’te salt çoğunluk, aralarında bağımsızlık yanlılarının da olduğu milliyetçi ittifak Pé a Corsica’ya ait. Milliyetçilerin Fransa’dan en önemli talebi de siyasi suçluların serbest bırakılması. PKK’nın Suriye kolu YPG’nin terörist olmadığını ısrarla savunan Fransa ise Korsikalı bağımsızlıkçıları terör suçu işledikleri bahanesiyle tahliye etmeye yanaşmıyor.

Milliyetçilerin bir diğer talebi de tarihte bir dönem (1755-69) bağımsız cumhuriyet olarak yaşamış olan Korsika’nın (İtalyancanın bir diyalekti olan) yerel dilinin ikinci resmi dil olarak kabul edilmesi ve adaya İspanya’dakilere benzer yeni bir özerklik statüsü verilmesi.

grafik-011.jpg

Oksitan milliyetçiliği

Bugün Fransa’da “Occitanie” adını taşıyan bir bölge var. Fakat Oksitanya kökü Orta Çağ’a kadar uzanan ve aslında İtalya’da Piamonte bölgesini de içerecek şekilde Fransa’nın güney şeridini kapsayan büyük bir coğrafi alan. Tarihte bilinen ilk Haçlı Seferleri’ne maruz kalmış ve ilk soykırıma uğramış halk olan Katarların (Cathares) da ana yurdu. XIV. yüzyılda yaklaşık bir milyon Katar Montségur’da diri diri yakılmasaydı, bugün belki de Fransa’nın güneyinde Oksitanya adıyla başka bir devlet var olacaktı.

1959’da Nice’te kurulan Oksitan Milliyetçi Partisi (PNO), komşu bölgelerdeki Katalan ve Bask milliyetçilikleri gibi, ilk aşamada halkı Oksitanca konuşan bölgelerin özerkliğini talep ediyor. PNO aslında gayri resmi olarak var olan Demokratik Federal Oksitan Cumhuriyeti geçici hükümetini (Govèrn Provisòri Occitan [GPO]) oluşturan üç partiden en büyüğü. Oksitan milliyetçilerin nihai hedefi ise bugün sanal olan bu bağımsız devleti ete kemiğe büründürmek.

Bröton milliyetçiliği

Ana dili (Brezhoneg [Brötonca]) Kelt dil ailesine mensup olan Brötanya’da, kökü XX. yüzyıl başlarına kadar giden, nihai hedefi bağımsızlık olan bir milliyetçilik akımı var. Genelde aşırı sağ eğilimde olan Bröton milliyetçiliğini bugün ağırlıklı olarak “Rönesans” anlamına gelen Adsav temsil ediyor.

Yarı-başkanlık sorunu

Görüldüğü gibi Fransa, etnik/kültürel farklılıklarını hükümetleri ve meclisleriyle özerk bir statüye sahip olarak geliştirmek isteyen çevresel milliyetçi yurttaşları için, komşusu İspanya kadar özgürlükçü değil; tam aksine merkeziyetçi, otoriter bir rejime sahip.

Aslında Fransa’nın siyasi sistemi de otoriter bir nitelik taşıyor. Çünkü yarı-başkanlık, katı bir erkler ayrılığına dayanan başkanlık sisteminden farklı olarak, yasama ve yürütme erklerinin doğrudan cumhurbaşkanının elinde toplanması sonucunu doğuruyor. Meclis’ten çıkan ve başında cumhurbaşkanının atadığı bir başbakan bulunan hükümet, Meclis’e karşı sorumlu olsa da icraatın başında cumhurbaşkanı var. Sadece 1958 Anayasası’nın kendisine ayırdığı dış politika ve savunma alanlarında inisiyatif aldığı için değil; cumhurbaşkanı ayrıca başbakan ve hükümeti görevden alma ve Meclis’i feshetme yetkilerine de sahip.

1981’de cumhurbaşkanı seçilen François Mitterrand, görev süresi devam eden Meclis’i feshederek, halktan kendi siyasi görüşlerine uygun bir çoğunluk istemiş ve almıştı. Aynı Mitterrand 1986’da, Meclis’te bu defa kendisine karşıt bir çoğunluğun seçilmesi üzerine, “birlikte yönetim” (cohabitation) formülünü icat etmişti. Görev süresi meclisinkiyle eşitlendikten sonra, cumhurbaşkanının yetkisi daha da artmış oldu.

Genel seçimler artık iki turlu cumhurbaşkanı seçimlerinden birkaç hafta sonra yapılıyor ve seçilmiş cumhurbaşkanının siyasi görüşüyle uyumlu bir Meclis’in oluşması garanti altına alınmış oluyor. Demokratik niteliği tartışmalı iki turlu dar bölgeli seçim sistemi de böyle bir sonucun alınmasını kolaylaştırıyor. Nitekim Macron ilk turda rakibi Le Pen’den kişisel olarak sadece yüzde 2,8 oranda fazla oy almışken, partisi genel seçimlerde 577 üyeli Meclis’te 304, rakibinin partisi ise sadece 8 sandalye kazanmıştı.

Bu veriler bağlamında, Jean-Charles Aknin’in 6 Eylül’de Mediapart’ta yayımlanan yazısında Fransız sistemini “demokratür” (démocrature), yani “demokrasi görünümlü otoriter sistem” olarak tanımlamasına katılmamak elde değil. Yürütme ve yasamanın cumhurbaşkanının elinde birleştiği ve denge/kontrol mekanizmalarının yeterli olmadığı bu sistem, Macron gibi asıl tercih edilenin değil, istenmeyen adaya (Le Pen) karşı olanın seçilmesi halinde daha da büyük bir sorun yaratıyor.

Özetle aktardığımız sorunlarını çözmek için, Fransa’nın her şeyden önce, gerçekte artık karşılığı olmayan, tarihin derinliklerinde kalmış "büyük devlet" kibrini bir tarafa bırakarak yurttaşlarının somut sorunlarına odaklanması gerekiyor. Bu da birçok reformu zorunlu kıldığından, kuşkusuz yazıldığı kadar kolay gerçekleşemiyor.

[“Agur, ETA artık yok” (Aralık 2018), “Çoğul İspanya: Anayasal Sistemi ve Terörle Mücadele Modeli” (2006) ve “Euskal Herria: İspanya Siyasi Tarihinde Bask Milliyetçiliği” (1999) kitaplarının yazarı olan Akın Özçer emekli Dışişleri mensubudur]

Kaynak: