ANALİZ - İdlib krizi ve NATO’nun pozisyonu

Mezhebî ve etnik soykırım yoluyla Suriye’de demografik temizliğe gidilerek yerine inşa edilmesi öngörülen yeni bir Suriye projeksiyonunu görebilmek, bugün İdlib özelinde çok daha mümkün- Soğuk Savaş sonrası “yeni stratejik konsept” gereği, yeni dönem, sad
ANALİZ - İdlib krizi ve NATO’nun pozisyonu

İSTANBUL (AA) -ABDURRAHMAN BABACAN- 2020 Mart itibarıyla dokuz yılını geride bıraktığımız Suriye krizinin sonuçları tüm yakıcılığıyla önümüzde duruyor. Tek bir cümleyle ifade etmek gerekirse, Suriye, içinde insanlığa dair bir şeyler barındıran herkesi yaşlandırdı. Geçen dokuz yılın ardından, bugünlerde yaşananlar ise Suriye’de şahit olunan duruma dair ilk kez bu denli net dinamikler barındırıyor.

Suriye’nin insansızlaştırılmasına dönük sistematik soykırım politikası, bugün İdlib özelinde tüm çıplaklığıyla ortada duruyor. Halep, Hama, Doğu Guta ve Humus’tan İdlib’e yönlendirilen Suriyeli sivillere, Astana mutabakatına taraf devletlerin verdiği garantörlük çirkin bir ikiyüzlülükle deliniyor; çatışmasızlık bölgesinde savaştan korunacağı vaat edilen sivillerin üzerine rejim-İran-Rusya tarafından bombalar yağdırılıyor. 2011 Mart’ından bu yana icra edilen politikanın gerçek yüzü de tam olarak burada beliriyor. Mezhebî ve etnik soykırım yoluyla Suriye’de demografik temizliğe gidilerek yerine inşa edilmesi öngörülen yeni bir Suriye projeksiyonunu görebilmek, bugün İdlib özelinde çok daha mümkün. İdlib’in bizlere gösterdiği en çarpıcı ve çıplak gerçeklik bu.

Türkiye’nin burada durduğu pozisyonu ise üç temel boyutta analiz etmek gerekiyor. İnsani boyutta, sivillerin görebileceği zararın minimize edilmesi için iç savaşın başından bu yana ortaya koyduğu ve uğruna ciddi maliyetler yüklendiği insani ve ahlaki duruşun yeni bir evreye geçmesi. Askeri boyutta, Ocak ayından bu yana devam eden ve en acıtıcı olanını 27 Şubat akşamüstü yaşadığımız Rusya destekli/yönlendirmeli rejim saldırılarına karşı verilen ve devam edecek olan askeri karşılık. Siyasi boyutta ise bir yandan Suriye’deki rejimin söz konusu saldırılarına karşı gelişmesi çok olası radikalleşme ve Türkiye’nin 2015-2017 arası dönemde şehirlerinde yaşadığı terör saldırılarına kaynaklık eden terörizm olgusuyla yerinde mücadele, bir yandan da yeni ve kitlesel bir büyük göç dalgasının Türkiye’ye dönük fiili siyasi sonuçlarına karşı ön alma çabası.

- Türkiye'nin uluslararası sisteme dâhil olma yaklaşımı

Suriye ve özelde İdlib’in bugün Türkiye açısından taşıdığı anlamı, bu fiili durumun ötesinde bir yerden anlamaya çalışarak emperyalist ve yayılmacı güdülerle izaha gayret ise en iyi ihtimalle, emperyalizmin içeriğine ve hedef-sonuç birlikteliğine ilişkin olguyu kavramsal ve pratik anlamda hiç anlamamış olmakla izah edilebilir. Meselenin zeminini doğru anlayabilmek için bu noktaların tahlili elzemdir. Zira Suriye’de sürecin başından bu yana algı yanılmalarına çok açık, hakikat ötesi bir durum yaşanıyor.

Peki, söz konusu zeminin uluslararası boyutu bizlere ne söylüyor? Başka bir ifadeyle, Türkiye Suriye meselesinde uluslararası ittifak-blok siyasetinde nasıl bir imkânlar-riskler demetinde yer alıyor? Tarihsel tecrübeden yola çıkarak bir ittifak üyesi olmak ile ittifak dışında kalma kararı, geçmişten ders alma/öğrenme yaklaşımı ile gerçekçilik kuramı arasında bir yere oturuyor. Teorik olarak ise oluşturulan ittifakın ilgili ülkeyi dış tehditlere karşı koruyacağı kabulünden hareketle, iktisadi kalkınma-siyasi gelişme ilişkisinin bir askeri ittifakla güvencede tutulabileceği varsayılır. Bu bağlamda Türkiye’nin uluslararası sisteme dâhil olma çabalarının, özellikle 19. yüzyıldan bu yana bir devlet geleneği olarak işletildiğini görürüz. On dokuzuncu yüzyılda Osmanlı imparatorluğunun Avrupa Uyumu İcra Heyeti’nde yer alması, 1932’de yeni cumhuriyetin Cemiyet-i Akvâm üyesi olması, onun öncesinde 1929’da Kellogg-Briand Paktı’na katılımı, bu sürekliliği gösteren birkaç örnek. Zira Mustafa Kemal’in Türkiye’nin bu pakta katılımını izah ederken “Cumhuriyet hükümetinin, güvenliği korumak için uluslararası anlaşmalara katıldığını” belirtmesi, esasen Türkiye’nin yıllar sonra 1952’de Soğuk Savaş koşullarında NATO’ya üye oluşunun da ruhunu anlatıyordu. Bu öyle bir süreklilik hâli ki, 27 Mayıs 1960 darbesinin icracılarından Kurmay Albay Sami Küçük’ün Milli Birlik Komitesi’nin darbe bildirisinde NATO ve Merkezi Antlaşma Teşkilatına (CENTO) bağlılık vurgusunu izah ederken kullandığı tanımlama biçimi, meselenin anlaşılma zeminini gösteriyor: “Bugün Türkiye, emsallerine nazaran daha gelişmiş ve uygar ise bunu uzun barış dönemine borçludur ve burada NATO’nun katkısının olmadığını iddia etmek mümkün değildir.”

NATO ise meseleye, Türkiye’nin askeri hava alanları ve üslerini müttefiklerine açması suretiyle, çevreleme siyasetinin Doğu Akdeniz ve Orta Doğu ayağını oluşturması zaviyesinden bakmaktaydı. Beraberinde sosyo-ekonomik faktörler ve güvenlik kaygılarındaki farklılıklar nedeniyle kuruluşta öngörülen askeri hacmin Batı Avrupa tarafından sağlanamaması, Türkiye’yi NATO için kritik önemdeki aktör kılan bir başka unsurdu.

- Türkiye-NATO ilişkilerinde yapısal dönüşüm

Türkiye-NATO ilişkilerinin dalgalı bir seyirde, ama belirli bir süreklilik halinde işlemeye devam etmesinin yapısal temeline buradan bakmak gerekir. Yine de son dönemde küresel, bölgesel ve ulusal ölçekte yaşanan dönüşümlerin bu ilişkinin yapısına da dönüştürücü bir etki yaptığını söylemek yanlış olmaz. Teorik literatürde, bu ilişkiye de pekâlâ atfedilebilecek “yalnız bırakılma-tuzağa düşme” ikileminin, Türkiye açısından sıklıkla masada tutulduğu söylenebilir. Söz konusu ikilemin Türkiye açısından son yıllarda en fazla öne çıktığı yer ise Suriye. Oysa NATO’nun Türkiye’yi üyeliğe daveti üzerine Menderes’in henüz o yıllarda yaptığı konuşmada kullandığı “işbirliği, hüsnüniyet, samimiyet ve ahde vefa” kavramlarının öne çıktığı bir ittifak siyaseti resmi çizilmekteydi. Keza Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın son dönemdeki birçok olayda olduğu gibi, Suriye’de de hemen her surette beklentilerini ve ittifaka bakışını benzer kavramlarla ifade etmesi, bu yönüyle ilham verici bir paralelliğe işaret ediyor. Bu tarihsel ufkun bir başka durağında ise yine Menderes’in 1957’de nükleer başlıklı balistik füzelerin Türkiye’de konuşlandırılması tartışması bağlamında Sovyetlerle ilişkilerdeki risk-tehdit faktörlerini sıralarken, Sovyetlerin Suriye’deki siyasi gelişmelere verdiği destek ve Suriye’ye gizli sızış ve niyetlerinden kaynaklı rahatsızlığını, NATO’ya beraber çalışma çağrısı üzerinden ifade ettiğini not etmekte fayda var. Zira söz konusu Jüpiter füzelerinin konuşlandırılmasının 1962’de ABD-Sovyetler arasında yapılacak bir gizli anlaşmayla ilga edilmesi, Türkiye’yi bir anda yukarıdaki ikilemin tam ortasına atacaktı.

1960 ve 70’li yıllar Türkiye’nin NATO ile ilişkisinde oldukça sorgulayıcı ve engebeli patikalardan geçtiği özel vakalara tanık oldu. 27 Mayıs 1960 darbesiyle savunma sanayii gerekleri ve güvenlik-savunma konseptinin NATO ve Batı ittifakına endekslenmesi, Türkiye’nin dış politikada atabileceği adımları otomatik olarak sınırlayan ve hapseden reel bir pratiğe dönüşüyordu. Öyle ki bu on yıllarda Kıbrıs meselesi üzerinden başlayan her tartışma söylemsel ve fiili bir krize dönüşecek; önce 1964’te Johnson mektubu ile tehdit söylemi üzerinden, ardından 1974’te silah ambargosu ile somut halini alacaktı. Sadece bir hayal kırıklığı olmanın ötesinde, Johnson’ın özellikle 4. ve 6. maddelerde NATO kartı ile yaptığı tehdit, bu ilişkideki meşhur ikilemin ne tarafına düşüldüğünü Türkiye’ye her defasında sorgulatacaktı.

Soğuk Savaşın bitişiyle birlikte yeni dönem, bölgede ve küresel sistemde yaşanan gelişmelere paralel olarak, Türkiye açısında NATO ile kurulan angajmanın niteliğinde de bazı dönüşümleri tetikledi. Öncelikle şunu belirginleştirmekte fayda var: Soğuk Savaş sonrası ortaya çıkmaya başlayan potansiyel tehditlerden hiçbiri, NATO açısından Sovyetler kaynaklı tehditler kadar ortak aidiyet duygusu yaratmadı. Yani ayrışan çıkar ve bakış açılarına göre pratiğe dökülen, bu yönüyle de daha parçalı hale gelen bir NATO siyasetine tanık olduk. Avrupalı müttefikler açısından, genişleme siyaseti yerine Avrupalı kimliği korunan bir NATO önemliyken, ABD açısından küresel bir NATO vizyonunun nasıl gerçekleştirilebileceği merkezi önemdeydi. Türkiye ise bu süreçte, Doğu Akdeniz ve Orta Doğu’daki gelişmeler karşısında kendini tehdit altında hissetmeye başladığı bir döneme giriyordu. Çelişik biçimde, tam da Türkiye’ye yönelik bu konvansiyonel tehdit riski, Avrupalı müttefiklerin NATO’nun bölgeye müdahil olmasından endişe duymalarının sebebi haline geliyordu. Avrupalı müttefiklerin Türkiye’nin güvenlik kaygılarını paylaşmadıklarını gösteren iki yakın örnek olay, 1991 Körfez ve 2003 Irak savaşlarıydı. İki vakada da Türkiye, Irak’tan kaynaklanabilecek tehditlere karşı savunma takviyesi için NATO’dan kendi topraklarında erken uyarı sistemleri ve Patriot füze sistemleri konuşlandırmasını talep etmesine karşın, Avrupalı üyelerin çekinceleriyle bu talepler gerçekleşmedi. Yine özellikle 90’lı yıllar ve 2000’lerin ilk yılları boyunca sınır ötesinden Türkiye’nin içine ve sınır karakollarına terör örgütü PKK eliyle yapılan saldırılardan hiçbirinde NATO sürece müdahil olmadı. Oysa 5. maddenin çok net olan askeri gerekçesinin işletilmemesi bir yana, bunun daha da ötesinde Soğuk Savaş sonrası “yeni stratejik konsept” gereği, yeni dönem, sadece üyelerini dış tehditlerden korumakla yetinen bir kurum değil, üyelerinin ortak liberal-demokratik değerlere bağlılığını temsil eden bir kulüp olarak, NATO’nun normatif özelliklerine vurgunun arttığı bir dönem olarak ilan ediliyordu. Nitekim “alan-dışılık” olgusu, temel meşruiyetini söz konusu vurgudan mülhem bu yeni konseptten alıyordu. 1995’te Bosna’da doğrudan inisiyatif alarak BM’yi sürece dahil edişte de, 1999’da Kosova’da BMGK’nin tıkanmasıyla birlikte 5. maddenin devreye sokulmasında da, 2001’de Afganistan’da 5. maddenin doğrudan işletilmesinde de, 2009’da Aden körfezindeki direkt operasyonda da, 2011’de Libya’ya BMGK’nin kararı dahilinde gerçekleştirdiği operasyonda da temel vurgu bu yeni konseptin gerektirdiği insan hakları, insani kriz, özgürlük ve hürriyetler bağlamındaki siyasi-normatif yöndü. Bugün İdlib’de var olan durumun, bu konseptin gerektirdiği her parametreyi barındırdığını görmek çok zor değil; üstelik bu kriz diğer vakalardan farklı olarak doğrudan ittifak üyesini etkileyen bir kriz.

- Dış politikada paradigma kırılması

O halde NATO’nun İdlib’deki duruma ilişkin ortak savunma yükümlülüğünü nasıl ve nereden tutacağını tartışmak gerek. Esasen bu soru, Türkiye’nin AK Parti dış politika perspektifiyle de çok ilintili bir cevabı getiriyor.

Çok boyutlu dış politika anlayışı dâhilinde bir yandan Orta Doğu-Kuzey Afrika ekseniyle, diğer taraftan Rusya ve Çin ile güvenlik ve ekonomi temelli ilişkiler geliştirirken Türkiye, dünyadaki jeopolitik güç merkezlerinin Batı’dan Doğu’ya kaymasını, risklerin küreselleşmesini ve toplumlar arası geçişkenliğin hızlanmasını, NATO ile kurduğu ilişki biçimine de reel bir pratik olarak yansıtıyor. Yani NATO ile ilişkide değişen roller ve konumlar bahsinde, eskiden temel misyonunun Batı’nın Doğu’ya ulaşmasında köprü rolü oynamak olarak tarif edildiği, dolayısıyla Batı’nın Doğu’daki çıkarlarını elde etmesinde faydalı olabildiği ölçüde Batı nezdinde değerli bulunan Türkiye resmi, AK Parti dönemiyle birlikte ciddi bir paradigma kırılmasına uğradı. Bu, geleneksel dış politika çizgimizdeki kimlik-temelli NATO algılamasından, çıkar-temelli NATO algılamasına geçişi resmeden bir kırılma. İşte “NATO İdlib’de Türkiye’nin yanında durur mu” sorusu da bu zeminde karşılığını buluyor. Zira meseleye “dostluk”, “müttefiklik” ilişkisinden bakarsak buradan bir şeyin çıkmayacağını öngörmek çok zor bir çıkarım olmaz. Ancak “çıkar” boyutundan ise karşımıza farklı bir okumanın çıkması çok muhtemel. Burada ABD açısından Rusya’nın bölgedeki alan tahkimatı ve varlığı meselesi, beraberinde NATO’nun gelecek vizyonu ve genişleme politikası açısından vereceği inandırıcılık ve caydırıcılık testi ve meselenin Avrupalı müttefiklere bakan tarafında yer alan mülteci/sığınmacı boyutu, bahse değer üç alt başlık. Zira Avrupa’nın sadece 2015 mülteci krizinde karşı karşıya kaldığı büyük siyasi meydan okumanın Avrupa’da siyasi dengeleri nasıl sarstığını, birçok Avrupa ülkesinde seçimlerde aşırı sağın yükselerek mevcut siyasetçileri tedirgin ettiğini ve gelecek Avrupa vizyonunun nasıl türbülansa girdiğini görmek, son başlığın reel zeminine dair oldukça önemli ufuklar sunuyor. Nitekim henüz söylem düzeyinde de olsa ABD’den ve Avrupa’dan gelen ilk sinyallere bakıldığında, bu reel gerçekliğin ilgili ülkeleri nasıl, nereye, hangi ivmeyle motive edebileceğine dair bazı çıkarımlar yapmak mümkün olabilir. Öyle ki yapısal koşulların aynı olmadığını teslim etmekle beraber, sadece algılarda dahi Türkiye’ye bugünlerdeki destek açıklamalarının metin altlarını okumak için, Suriye’nin kuzeyine gerçekleştirilen üç askeri operasyona (Fırat Kalkanı, Zeytin Dalı, Barış Pınarı) dönük tepkilerin yönüne bakmak dahi yeterli olacaktır.

[Doç. Dr. Abdurrahman Babacan Medipol Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi Bölümü öğretim üyesidir]

Kaynak: