ANALİZ - Trump İran kuşatmasını uzun vadeye yayıyor

Hürmüz boğazı çevresinde dronları düşürülen fakat karşılık vermeyen ABD’nin “Aramco saldırısına” misilleme yapacağına dair beklentiler de boşa çıktı. Sıcak çatışma bekleyenlerin tahminlerinin aksine, ABD’nin Irak’la girdiği savaşlardan dersler aldığı bell
ANALİZ - Trump İran kuşatmasını uzun vadeye yayıyor

İSTANBUL (AA) -MEHMET KANCI- Eylül ayıyla beraber, İran’ın gerek nükleer enerji gerekse balistik füze programını ortadan kaldırmak maksadıyla ABD ve İsrail’in yürüttüğü, temelde ekonomik baskıyla rejim değişikliğine kadar ulaşmayı amaçlayan stratejilerinde çarpıcı değişiklikler yaşanıyor. Bu strateji değişiklikleri, yine aynı tarihlerde taşları yerinden oynatan gelişmelerle iç içe geçti. ABD Başkanı Trump’ın Mayıs ayından itibaren ihtilaf içinde olduğu John Bolton’ı ulusal güvenlik danışmanlığı görevinden almasını, Suudi Arabistan devletine ait petrol şirketi Aramco’nun sofistike bir saldırıya hedef olmasıyla uluslararası enerji piyasalarının allak bullak olması ve saldırının olağan şüphelisi İran’a yönelik yeni ekonomik yaptırımların ilanı izledi.

Tüm bu gelişmeler esnasında, çağımızın neredeyse tüm asimetrik ve hibrit mücadele metotlarının sahaya sürüldüğüne şahit olduk. Kamikaze dronlar, İran enerji tesislerini hedef alan siber saldırılar, Tahran yönetiminin uluslararası finans piyasasına ulaşımını engelleyecek yaptırımlar bunlardan bazılarıydı. Hürmüz boğazı çevresinde dronları düşürülen fakat karşılık vermeyen ABD’nin “Aramco saldırısına” misilleme yapacağına dair beklentiler de boşa çıktı. Washington yönetiminin, İran’ın asimetrik karşılık verme kapasitesinin meydana getirdiği caydırıcılıktan ziyade, kurduğu “yaptırım tuzağı” stratejisine bağlı kalmak uğruna elini silahına götürmemekte kararlı olduğu anlaşılıyor. Sıcak çatışma bekleyenlerin tahminlerinin aksine, ABD’nin Irak’la girdiği savaşlardan dersler aldığı belli.

Kuveyt’i işgal eden Saddam’ı tarih sahnesinden silmek için Birinci Körfez Savaşı, yaptırımlar ve Irak’ın işgali sıralamasını izleyen ABD, bu defa ekonomik çökertme ve sosyal patlamalar yoluyla İran’ın bileğini bükmeyi, hatta rejimi alaşağı edecek boyutta bir kaos meydana getirmeyi amaçlıyor. Venezuela’da ön çalışması yapılan bu plan Latin Amerika’da şimdilik sonuçsuz kalmış olsa da, Beyaz Saray’ın bu stratejide kaynaklarını İran üzerinde yoğunlaştırdığı ve sonuç alıcı bir yol haritası izlediğini söylemek mümkün. Öncelikle ABD yaptırımlar konusunda Irak’ta düştüğü hataya bu defa düşmüyor; Birleşmiş Milletler kanalıyla uygulanacak bir ambargo yerine, uluslararası bankacılık sistemi ve finans piyasaları üzerindeki gücünü kullanarak daha doğrudan baskı uygulamanın yollarını bulmuş durumda. Bu ekonomik ambargo ilmeği, 2015 yılından bu yana kademeli olarak yalnızca Tahran’daki rejimi ve temsilcilerini değil, İran’ın bölgedeki nüfuzunun uzantıları olarak kabul edilen Hizbullah, Hamas, Husiler ve Esed rejiminin boynuna da geçirilmiş durumda.

2015 yılında Obama yönetiminin İran ve diğer taraflarla imzaladığı İran’ın Nükleer Programının Sınırlandırılmasına Yönelik Anlaşma’dan çekilen Trump, 2019 yılı bitmeden Tahran yönetiminin başlıca gelir kaynağı olan petrol satışını günde 200 bin varile kadar geriletti. “Ben petrol satamıyorsam Körfez bölgesinde kimse petrol satamaz” diyen İran’ın petrol tankerlerine el koyması ya da olağan şüphelisi olduğu Aramco saldırısı ne ABD’yi ne de bölgedeki rakiplerini caydırmak için yeterli olabildi. ABD İran körfezinin Arap deniziyle birleştiği noktaya Temmuz ayında yaptığı donanma yığınağını muhafaza ederken Suudi Arabistan’a yeni hava savunma sistemleri, savaş uçakları ve savaş gemileri sevk etti. 14 Eylül’deki Aramco saldırısıyla İran’ın soluğunu ensesinde hisseden Birleşik Arap Emirlikleri’nin (BAE) de ABD’den takviye yardım istediği ABD Savunma Bakanı Esper ve Genelkurmay Başkanı Dunford tarafından teyit edildi. Askerî düzeyde gündeme gelen tedbirlere, İran körfezinde seyir güvenliğinin sağlanması için Trump’ın girişimiyle oluşturulan “Körfez Uluslararası Deniz Güvenliği Grubu” üyesi ülkelerin sayısının altıya ulaştığını da eklemek lazım. ABD, İngiltere, Avustralya ve Bahreyn’in temellerini attığı bu gruba, Aramco saldırısının yaptığı doping etkisiyle Suudi Arabistan ve BAE de dahil oldu.

Rusya ve Çin Halk Cumhuriyeti’nin uluslararası enerji piyasasında ham petrol fiyatlarını bir gecede 12 dolar artıran saldırıya karşı itidalli yaklaşımı dikkat çekerken, New York’ta Birleşmiş Milletler Genel Kurul çalışmalarının başlamasından yalnızca bir gün önce, Fransa, Almanya, İngiltere üçlüsünün Aramco saldırısından mutlak şekilde İran’ı sorumlu tutması, Tahran yönetimine karşı diplomaside, denizde ve ekonomide oluşturulan baskı cephesinin saflarını keskinleştirdi. ABD yönetiminin, diplomatik, ekonomik ve askerî unsurlardan oluşturduğu bu çok katmanlı kuşatma harekâtı koalisyonu her aşamada doğudan ve batıdan yeni katılımlarla genişliyor.

ABD’nin sıcak çatışmadan kaçınmaya dayalı karmaşık stratejisinin temelinde (Trump için ilişkilerde başlıca parametre olan) ekonominin başat pozisyonda olduğunu söyleyebiliriz. Selefi Obama’nın, kırmızı çizgileri geçilmesine rağmen neden Beşşar Esed’e karşı askerî harekata girişmediği sorulduğunda verdiği yanıt Trump’ı da etkilemiş olmalı. Suriye’de defalarca kimyasal silah kullanılmasına rağmen Obama, Esed rejimine karşı belirleyici bir askerî harekât yapılmamasının gerekçesi olarak, ülkesinin hâlâ 1991’deki Birinci Körfez Savaşı’nın borçlarını ödüyor olmasını göstermişti. Kimi uzmanlar, bu temel ve basit matematik gerçeğe işaret ederek Suudi Arabistan’ın, ücreti mukabilinde ABD’yi savaştırma politikasının geçerliliğini yitirdiğini söylüyorlar.

Bu yönde yapılan yorumlardan biri New York Times gazetesinin 19 Eylül tarihli nüshasında yer buldu. Robert F. Worth tarafından kaleme alınan “Suudi Arabistan İllüzyonunun Bitişi. Gerçekle Yüzleşme Zamanı: ABD Arap müttefiklerini korumak için İran ile savaşmak istemiyor” başlıklı makalede, 1945 yılında ABD Başkanı Roosevelt ile Suudi Arabistan’ın ilk Kralı Abdülaziz İbn Suud tarafından kurulan petro-dolar sisteminin sonuna gelindiğine dikkat çekiliyor. Worth Irak’ın işgalinden alınan derslerin ve ABD’nin günümüzde Orta Doğu petrolüne duyduğu bağımlılığa son vermiş olmasının 10 bin mil uzakta savaşmayı Washington yönetimi için anlamsız hale getirdiğine vurgu yapıyor.

Bu savlarıyla mevcut tablonun kimi yönlerini doğru teşhis etse de, Worth Orta Doğu’nun küresel hakimiyet açısından coğrafi önemini göz ardı ediyor. O coğrafi önem ki Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’nun açılış gününde, Genel Sekreter’in verdiği yemekte ABD başkanı ile Mısır’ın diktatörü Sisi’yi aynı masada bir araya getirdi. Felsefesi Suudi Arabistan uğruna İran’a silah çekmeyi öngörmese de, Trump ABD’nin uzun vadeli stratejik çıkarları açısından Körfez’deki Amerikan askerî varlığının sürmesi ve İran’daki rejimin yıkılması hedeflerinden vazgeçemez. Nitekim ABD Dışişleri Bakanı Pompeo da bir savaştan kaçınmak istemekle beraber, Körfez’deki caydırma ve savunma hedefli rollerinden vazgeçmeyeceklerinin altını çizdi. Aramco saldırılarına dair 22 Eylül’de Fox News’a konuşan Pompeo, yürürlüğe koydukları caydırıcı tedbirlerin etkisiz kalması halinde Başkan Trump’ın harekete geçeceği konusunda şüphesi olmadığını ve bu durumun İran yönetimi tarafından da anlaşıldığını kaydetti. Nitekim 25 Eylül günü Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’nun açılışı sırasında ABD Başkanı Trump, küresel meseleleri ülkeler bazında ele alırken en geniş bölümü İran’a ayırdı. Trump Genel Kurul kürsüsünde, İran’ın yalnızca uluslararası terörizmi finanse etmekle kalmadığına, Suriye ve Yemen’deki savaşların da baş aktörü olduğuna işaret etti. İran halkının refahının Tahran’daki yönetici elit tarafından bu silahlı mücadelelerde israf edildiğini öne süren Trump, İran’ın nükleer silah sahibi olmasına da asla müsaade etmeyeceklerini vurguladı. ABD başkanı “Her ulusun İran’a karşı harekete geçme mecburiyeti” var sözleriyle de İran’a karşı oluşturulan koalisyona yeni katılımların olması için gelecek günlerde baskıyı artıracaklarının sinyalini verdi.

Trump Genel Kurul kürsüsünden uzun süreceği anlaşılan ekonomik, diplomatik ve askerî bir yıpratma savaşının mesajını dünyaya duyururken, Fransa Cumhurbaşkanı Macron ve Pakistan Başbakanı İmran Han arabuluculuk girişimleri için bir kez daha sahnedeydi. Macron Trump ile Ruhani’yi masaya oturtma yönünde ümit verici açıklamalar yaparken, Pakistan Başbakanı İmran Han İran ile Suudi Arabistan arasındaki tansiyonu düşürme gayreti içerisindeydi. İran politikalarını İsrail’in güvenlik kaygıları doğrultusunda şekillendiren, Tahran yönetiminin yalnızca nükleer programını değil, balistik füze programını da terk etmesinde ısrarlı olan ABD’nin ve Körfez’deki müttefiklerinin bu arabuluculuk girişimlerinden tatmin edici bir sonuca ulaşmaları olasılık dahilinde görünmüyor.

Trump’ın ekonomi odaklı baskı politikasının İran’ın petrol geliri sıfırı tüketene kadar süreceği, bunun yanı sıra (Aramco saldırısının ardından İran Merkez Bankası’na yönelik alınan son yaptırım kararlarının özünde tespit edildiği üzere) Tahran yönetiminin İran Devrim Muhafızları ve Kudüs Güçleri başta olmak üzere silahlı kuvvetlerini finanse edemeyecek hale gelinceye kadar ısrarla devam edeceği anlaşılıyor.

Bu baskı sürecinin nasıl bir yol alacağına dair önemli göstergelerden biri ise Trump’ın sahaya sürdüğü yeni silahının performansıyla anlaşılacak. Bolton’ın gönderilmesiyle ulusal güvenlik danışmanlığı koltuğunun yeni sahibi olan Robert C. O’Brien dışişleri bakanlığı bünyesinde, çeşitli ülkelerde rehin alınmış Amerikan vatandaşlarının kurtarılmasından sorumlu temsilci olarak görev yapıyordu. Görevinin doğası gereği sıkı bir müzakereci olan O’Brien, çekirdekten hukukçu kimliği ve geçmişte hem Demokrat hem de Cumhuriyetçi başkanlarla çalışmış olması nedeniyle, selefi Bolton’ın tam bir antitezi. O’Brien’ın ABD için tehdit kaynağı olarak gördüğü ülkelerde rejim değiştirmek, devlet başkanı devirmek gibi hedefleri (en azından şimdilik bildiğimiz kadarıyla) yok.

O’Brien yaklaşık 60 yıl önce Cumhuriyetçi Başkanı Eisenhower ve Demokrat Başkan Kennedy için çalışmış, yine bir hukukçu olan Dr. James Britt Donovan’ı hatırlatıyor. Donovan 1957’de ABD’de ele geçirilen KGB casusu Albay Rudolf Abel’in savunmasını (Washington’dan gelen bir rica ile) üstlenmiş, idam cezası almaktan kurtardığı Abel’in, Sovyetlerin eline geçmiş olan U2 casus uçağı pilotu Gary Powers ile Doğu ve Batı Berlin’i birbirine bağlayan Glienicke Köprüsü üzerinde 1962’de takas edilmesini temin etmişti. Donovan’ın bu takas için Doğu Berlin’de hem Sovyetler hem de Demokratik Alman yetkililerle nasıl zorlu müzakereler yürüttüğünü 2015 yapımı “Casuslar Köprüsü” filmini izleyenler hatırlayacaktır. Doğu Berlin’deki müzakere başarısı Donovan’ın bir sonraki durağının Havana olmasına yol açmıştı: 1961’de Castro rejimini devirmek için Kennedy yönetimi tarafından organize edilen başarısız “Domuzlar Körfezi” çıkarmasında esir düşenleri kurtarmak da yine Donovan’a kalmıştı. 21 Aralık 1962’de Donovan 53 milyon dolar tutarındaki gıda ve tıbbi malzeme karşılığında bin 153 esiri Castro’dan teslim alarak ABD’ye getirmeyi başarmıştı. Şimdi sırada, O’Brien’ın benzer bir durumu en azından bir defalığına İran’da gösterip gösteremeyeceği sorusu var.

İran’ın şu ana kadar gerek ABD’yi gerek Suudi Arabistan’ı sıcak çatışmaya çekme gayretleri sonuç vermedi. Ancak henüz sonuç alamamış olmaları, Tahran’daki karar vericilerin Irak, Suriye ve Lübnan’daki uzantıları vasıtasıyla yeni girişimlerde bulunmayacakları anlamına gelmiyor. ABD’nin aceleye getirmeye niyetli olmadığı anlaşılan bu ekonomik, diplomatik ve askerî kuşatma oyununda ne süreyle sebat edeceği, Körfez’deki düğümün çözümünün anahtarı olacak.

[Ankara’da ikamet eden gazeteci Mehmet A. Kancı Türk dış politikası üzerine analizler kaleme almaktadır]

Kaynak: