Yeni salgın düzeni ve Türkiye

Bazı Avrupa ülkeleri ile ABD’nin stratejik sektörlerde Çin’e olan bağımlılıklarını noktalamak için endüstriyel üretimlerini bu ülkeden taşıma fikrinin de güçlendiği bu süreçte Türkiye’nin Avrupa ile ticarette payının artması gündeme gelebilir.
Yeni salgın düzeni ve Türkiye

Eski ABD Başkanı George H. W. Bush, Berlin Duvarı’nın yıkılmasını takiben Soğuk Savaş perdesinin kapanması ve Irak’ın işgal ettiği Kuveyt’ten çekilmesiyle oluşacak yeni jeopolitik ortamı 11 Eylül 1990’da ABD Kongresi’ne hitaben yaptığı konuşmada “Yeni Dünya Düzeni” tabiriyle tarif etmişti. Bush’a göre İran Körfezi’nde ortaya çıkan bu kriz son bulduğunda dünya daha müreffeh bir geleceğe doğru ilerleyecek, küresel terör tehdidi ortadan kalkacak ve kuşaklar boyu özlenen barışa ulaşılacaktı. Ancak aradan geçen 30 yılda, Yeni Dünya Düzeni’nin gerektirdiği uluslararası işbirliği ve dayanışmanın esamesi okunmadığı gibi, biriken sorunlar 2008’de patlak veren küresel ekonomik krizden bu yana uluslararası toplumu her geçen yıl daha da daralan ateş çemberlerinden geçmeye zorluyor. İnsanoğlunun jeopolitik somut elle tutulur, gözle görülür tehditlere odaklandığı bu günlerde, hesaba katmayı ihmal ettiği bir düşman bugün dünyaya kendi düzenini dayatıyor. Yeni tip koronavirüs (Kovid-19) kaynaklı salgın dünya toplumunu, karantina, izolasyon, sosyal mesafe ve sokağa çıkma kısıtlamalarıyla örülü bir salgın düzenine adapte olmaya zorluyor.

İnsanoğlunun jeopolitik somut tehditlere odaklandığı bu günlerde, hesaba katmayı ihmal ettiği bir düşman, bugün dünyaya kendi düzenini dayatıyor. Kovid-19 salgını dünya toplumunu, karantina, izolasyon, sosyal mesafe ve sokağa çıkma kısıtlamalarıyla örülü bir salgın düzenine adapte olmaya zorluyor.

ABD’li bilim insanı Irwin W. Sherman’ın 2007 yılında American Society for Microbiology tarafından yayımlanan “Dünyamızı Değiştiren On İki Hastalık” adlı eserinde ortaya koyduğu öngörülerin bugün yaşanan salgınla neredeyse birebir örtüştüğünü göz önüne alacak olursak, salgın odaklı bir dünya düzeni gerçeğiyle barışmamız kaçınılmaz görünüyor. 1997’de çıkış noktası Hong Kong olan H5N1 virüsü kaynaklı salgın 2001, 2004 ve 2006 yıllarında tekrarlanmıştı. 2003’teki SARS bugünkü Kovid-19 salgınıyla kıyaslanmayacak kadar az can kaybına yol açmasına rağmen dünya ekonomisine 50 milyar dolar zarar vermişti. 2012’deki MERS 2019 yılına kadar 2 bin 494 tespit edilen vakaya oranla 858 teyit edilmiş can kaybı ile ölümcül olduğunu ispatlamıştı. Ancak bilim insanları, düşünce kuruluşları ve istihbarat örgütleri tarafından hazırlanan onca rapora rağmen uluslararası toplum kapıyı çalan bu tehlikeyi görm

ezden geldi. Irwin W. Sherman gibi bilim insanları, meselenin Kovid-19’la sınırlı kalmayacağını her üç ya da beş yılda bir yeni salgınlara hazırlıklı olunması gerektiği uyarısında bulunuyor. Tüm insanlığın tamamen salgın odaklı bir yaşam tarzına kendisini adapte etmesi bu öngörünün gerçeğe dönüşmesi halinde kaçınılmaz olacak.

Dünya, şimdi salgını durdurmak için alınan önlemlerin ardından üretimin çarklarını harekete geçirmenin yollarını arıyor. Talep ve arz şoklarının, başta petrol olmak üzere eş zamanlı olarak bu düzeyde tecrübe edilmediği bir krizin içerisinden geçiyoruz. Bireyin sosyal hayatında, yaşam ve üretim alanlarında yeni çözümleri mecbur kılan bu “Yeni Salgın Düzeni”, uluslararası ilişkilerde aynı etkiyi gösterecek mi? Bir virüs yeni küresel düzeni belirleyecek kudrete ulaşmış olabilir mi? Türkiye Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın 21 Nisan 2020’de AK Parti Merkez Yürütme Kurulu toplantısında yaptığı konuşmada işaret ettiği bir nokta, bu salgının ülkeler, ittifaklar ve uluslararası örgütler arasındaki ilişkileri yeniden tanzim etmenin ötesinde, uluslararası ilişkiler sistemini toptan değiştirecek parametreleri beraberinde getirdiğine vurgu yapıyor.

Yeni yapılanmanın merkezinde Türkiye

İkinci Dünya Savaşı’nın galipleri ve nükleer silah sahipleri odaklı Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nin, öldürücü bir virüs salgını dünyayı sararken çözüm üretemeyecek durumda olması ise, Türkiye tarafından uzun süredir gündeme getirilen “Dünya 5’ten büyüktür” tezinin bir kez daha sağlamasının yapıldığı bir deneyim oldu.

“Türkiye, İkinci Dünya Savaşı’ndan beri ilk defa, küresel düzeydeki bir yeniden yapılanma sürecinin merkezinde yer alma fırsatı elde etmiştir. Bu imkânı değerlendirebilmenin yolu şimdiden fikri ve fiziki hazırlıklarımızı yapmaktan geçiyor.” Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın bu cümleleri, Kovid-19 salgınıyla mücadele sürerken uluslararası toplumun da bir yandan bu mücadeleyi kalıcı ve etkin hale getirecek yeni mekanizmaları inşa etmesi ihtiyacına işaret ediyor. Avrupa Birliği (AB) içerisinde İtalya ve İspanya’nın küresel ekonomik krizde olduğu gibi yalnız bırakılması, Birleşmiş Milletlerin (BM) tüm bu süreçte neredeyse sesinin duyulmaması ve Dünya Sağlık Örgütü’nün (DSÖ) Çin Halk Cumhuriyeti’nin beyanlarını esas alarak, salgının küresel boyut kazanmasına göz yumacak şekilde davrandığı yönündeki suçlamalara hedef olması küresel düzeydeki işbirliğinin tesisi için bir yeniden yapılanmanın hayati hale geldiğinin kanıtları.

Bu yapılanma yalnızca salgınla mücadele edecek tıbbi bir işbirliğinin ötesinde, üretimini durdurmak zorunda kalacak ülkelere ekonomik yardım, eş zamanlı jeopolitik tehditlerle mücadele etmek zorunda kalan ülkelere ise güvenlik desteği sunabilecek nitelik ve işleve sahip olmak zorunda. Hollanda ve Almanya’nın, İspanya ve İtalya’nın ihtiyaç duyduğu finansal desteği kösteklemeleri, bu ülkelerin ihtiyaç duydukları tıbbi malzeme desteği için NATO kanallarını kullanmak zorunda bırakılmaları, mevcut uluslararası düzenin işleyişindeki arızaların en belirgin örnekleri. İkinci Dünya Savaşı’nın galipleri ve nükleer silah sahipleri odaklı Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nin, öldürücü bir virüs salgını dünyayı sararken çözüm üretemeyecek durumda olması ise, Türkiye tarafından uzun süredir gündeme getirilen “Dünya 5’ten büyüktür” tezinin bir kez daha sağlamasının yapıldığı bir deneyim oldu.

Salgının öğrettikleri: Gücümüz ve handikaplarımız

ABD-Çin ve AB-Çin ilişkileri de Türkiye’nin yakından takip etmesi gereken başlıklar arasında yer alıyor. Çin Halk Cumhuriyeti’nin salgının kaynağı ve gelişimi konularında uluslararası toplumu tatmin etmekten uzak yaklaşımı, Pekin yönetimine karşı bir Transatlantik Duvarı’nın inşa edilmekte olduğunun sinyallerini veriyor.

Kovid-19 virüsünün uluslararası düzenin yeniden tanımlanmasına yol açması beklenen süreçte her ülke gibi Türkiye’nin de hem inşa edilecek yeni yapılanmanın merkezinde yer alması hem de sürece uyum sağlaması için gözden geçirmesi gereken başlıklar var. İlk sırada 2019’un son çeyreğinde ivme kazanan küresel ekonomik yavaşlamayı takip eden karantina sürecinin sanayi üretimi ve turizmi durdurarak uluslararası enerji pazarında talep şoku yaratması geliyor. Bu şok öncelikle Türkiye’nin çevresinde, bütçelerini petrol üretimi ve satışı ile dengeleyen ülkelerin istikrarı açısından önem arz ediyor. Irak, İran, Suudi Arabistan, Rusya başta olmak üzere Türkiye’nin coğrafi konumu itibarıyla yakın etki alanında bulunan bu ülkelerde petrol fiyatlarının düşmesiyle oluşacak sosyo-ekonomik reaksiyonların etkileri sınırlarının ötesine taşacaktır. Talep daralmasının beraberinde getirdiği arz daralmasının da Doğu Akdeniz’de İsrail-Mısır-Güney Kıbrıs Rum Yönetimi ve Yunanistan’ı ortak bir cephede bir araya getiren enerji projelerini akamete uğrattığını görmekteyiz. Uluslararası enerji şirketlerinin bu ülkeler adına planlandığı ancak en az 1 yıl ertelenen sondaj çalışmaları Doğu Akdeniz ve Kıbrıs’ta Türkiye adına dengenin tesis edilmesi açısından yeni bir fırsat sunuyor. Bir diğer başlık ise AB’de kuzey ülkelerinin sırt çevirdiği, Türkiye’nin ise tıbbi malzeme tedarik ettiği İspanya ve İtalya ile daha da geliştirilecek ilişkilerin geleceği olacak. Bu salgın vesilesiyle Türkiye’nin her iki ülke ile tesis ettiği dayanışma, Libya, Akdeniz, Kıbrıs ve NATO platformlarında Türkiye ile AB arasında yaşanan anlaşmazlıkların gidişatına şüphesiz etki edecektir.

ABD-Çin ve AB-Çin ilişkileri de Türkiye’nin yakından takip etmesi gereken başlıklar arasında yer alıyor. Çin Halk Cumhuriyeti’nin salgının kaynağı ve gelişimi konularında uluslararası toplumu tatmin etmekten uzak yaklaşımı, Pekin yönetimine karşı bir Transatlantik Duvarı’nın inşa edilmekte olduğunun sinyallerini veriyor. Böyle bir gelişme, ABD’ye uzun süredir Çin’i Avrupa’dan tasfiye etmek için aradığı fırsatı altın tepside sunacağı gibi, “Kuşak ve Yol İnisiyatifinin” Avrupa ayağının da sonunu getirebilir. Bazı Avrupa ülkeleri ile ABD’nin stratejik sektörlerde Çin’e olan bağımlılıklarını noktalamak için endüstriyel üretimlerini bu ülkeden taşıma fikrinin de güçlendiği bu süreçte Türkiye’nin Avrupa ile ticarette payının artması gündeme gelebilir.

Salgın sürecinin bugüne kadar seyrinde Türkiye hem sağlık hizmetleri hem de tıbbi cihaz ve malzeme üretiminde yalnızca Avrupa ülkelerinin değil ABD’nin de kat be kat önünde olduğunu ispatladı. “Yeni Salgın Düzeni” odaklı bir dünyada tıbbi cihaz ve malzeme üretimi hiç şüphesiz savunma sanayi ürünleri, akıllı telefon ya da otomobil üretimi kadar önem kazanacak. Türkiye, salgın vesilesiyle elde ettiği tecrübeyi ekonomi açısından bir artı değere dönüştürmek için kayda değer bir fırsatı yakaladı. Ayrıca bu salgının kurbanları için özel olarak üretilen solunum cihazlarının ihtiyaç duyan gelişmekte ya da az gelişmiş ülkelere yardım olarak gönderilmesi Türkiye’ye yumuşak güç uygulama düzeyinde de yeni bir avantaj temin edecektir. Salgının tıp alanında ortaya çıkardığı bu sinerji Türkiye’yi dizi ihraç ederek sağladığı etkinin ötesinde insani diplomaside rakipsiz kılacak imkanları barındırıyor. Türkiye’nin sunduğu tedavi olanaklarının bulacağı talep, 2021 yılının yaz mevsimi de dahil olmak üzere zarara uğraması kaçınılmaz görünen dış turizmden kaynaklanacak gelir kaybının telafi edilmesinin de bir yolu olabilir. Hizmet-ulaşım-turizm sektörleri üçlüsünün yalnızca ABD’de bu yıl 500 milyar doların üzerinde gelir kaybına uğrayacağı göz önüne alındığında, Türkiye’nin de artık bu alanı ana gelir kalemlerinden biri olarak kabul etmekten vazgeçmesi elzem hale gelmiştir.

Ülkeleri kendi başlarının çaresine bakmak zorunda bırakan Kovid-19 salgınının doğurduğu bir diğer tehdit olan gıda güvenliği ise Türkiye’nin ivedilikle ele aldığı bir mesele haline geldi. 2019 yılının son aylarında düzenlenen 3. Türkiye Orman Şurası’nda gıda güvenliğinin artık bir milli güvenlik meselesi haline geldiğine işaret etmiş olan Cumhurbaşkanı Erdoğan, 23 Nisan’daki AK Parti MYK toplantısında kurmaylarına “Kendi evinizin önünü bile ekin, boş yer kalmasın” sözleriyle seslenerek salgınla tıbbi mücadele kadar, toplumun güçlü bir bağışıklık sistemiyle ayakta kalmasını sağlayacak sağlıklı beslenmenin yolunun gıda güvenliğinden geçtiğinin de altını çizdi. Nitekim yine Nisan ayının son günlerinde Rusya Federasyonu’nun AB dışındaki ülkelere buğday, çavdar, arpa ve mısır ihracatını 1 Temmuz’a kadar durdurma kararı almış olması sonbaharda ikinci dalgasının yaşanabileceği ihtimali üzerinde durulan salgınla beraber bir gıda darboğazına karşı her ülkenin şimdiden tedbir arayışlarına girdiğini gösteriyor.

Salgın uluslararası toplumda yeni bir düzen arayışını beraberinde getirirken, mevcut anlaşmazlıkların ve jeopolitik çatışmaların bir an için olsa bile rafa kaldırılmadığına da tanıklık etmekteyiz. Ülkeler bir yandan Kovid-19 salgınıyla takvimi belli olmayan bir mücadeleyi yürütürken, bir yandan da klasik tehditlere karşı hazırlıklı olmak zorundalar. Kuzey Kore Devlet Başkanı Kim Yong Un’un öldüğüne dair spekülasyonlarla beraber gündeme gelen bu ülkenin sahip olduğu nükleer silahların geleceği meselesi, ABD Başkanı Donald Trump’ın İran Körfezi’ndeki ABD savaş gemilerini taciz edecek İran donanması unsurlarının vurulması yönünde verdiği emir, Belçika istihbaratının Rusya’nın salgına bağlı olarak Avrupa ülkelerinde gelişen sosyo-ekonomik problemleri aşırı sağ ve sol gruplar nezdinde internet ortamında kışkırttığına dair raporu, salgınla eş zamanlı ve ilişkili tehditlere karşı devletlerin daha da donanımlı olmaları gerektiğini ortaya koyuyor.

Türkiye’nin bugün İdlib, Fırat Kalkanı, Zeytin Dalı, Barış Pınarı harekatı bölgelerinin yanı sıra Irak ve Libya’da yürüttüğü terörle mücadele ve barışı koruma faaliyetleri çok yönlü tehditlere karşı kaynakların maksimum verimli kullanılması açısından sınav niteliği taşıyor. Yine bu süreçte salgın vesilesiyle Türkiye’nin çözmesi gereken bir diğer sorun İstanbul başta olmak üzere şehirleşme politikalarında gerçekleştirilmesi gereken dönüşüm. 2019 yılı sonunda nüfusu 15 milyonu aşan İstanbul, bazı ilçelerinde kilometre kareye 7 bin kişiden fazla nüfus yoğunluğuna sahip olması nedeniyle salgınlarda Türkiye’nin yumuşak karnı olduğunu gösterdi. Kovid-19 vakalarının yüzde 60’ından fazlasının bulunduğu mega-kent İstanbul’da, 19 Ağustos depremi vesilesiyle ihtiyaç duyulan kentsel dönüşüm bu salgının ardından daha da hızlanmak durumunda. Sanayi tesisleri ve üniversitelerin İstanbul dışına çıkartılarak nüfusun seyreltilmesi, gelecekte yaşanabilecek benzer salgınlara karşı alınacak en hızlı önlemler olabilir. Yalnızca İstanbul değil, sokağa çıkma kısıtlamalarına konu olan diğer 29 il ve Zonguldak’ta, salgına uygun yeni bir kentsel düzenin inşası salgınlar sırasında ekonominin çarklarının işler halde tutulması için hayati önem taşıyor.

Refahın yolu sağlıkta geçecek

Şu ana kadar yürütülen süreç, Türkiye’nin sağlık alanındaki performansıyla refah cenneti olarak gösterilen ve kimilerinin göç ederek vatandaşlık alma hayali kurdukları ülkeleri açık farkla geride bıraktığını ispatlıyor.

Salgınla mücadele feda ettiğimiz 2020 yılı pek çoğumuzu sosyal mesafe, epidemi, entübe hastalar gibi bugüne kadar duymadığı ya da aşina olmadığı kavramlarla tanıştırdı. Görünen o ki Kovid-19’un yol açtığı salgın, İspanyol Gribi’nin 1918-1920 yıllarında toplumsal hayata etkisinden daha fazlasını yaşatacak. Belki de bu sürecin tek hayırlı tarafı ülkelerin refah seviyelerinin belirlenmesinde kullanılan kriterlerde yapılacak bazı değişiklikler olacak. Artık bir ülkenin refah seviyesi belirlenirken 100 kişiye düşen solunum cihazı, tomografi cihazı yoğun bakım yatağı sayısı ya da bir kişiye düşen cerrahi maske sayısı, kriter haline gelecek. Şu ana kadar yürütülen süreç, Türkiye’nin sağlık alanındaki performansıyla refah cenneti olarak gösterilen ve kimilerinin göç ederek vatandaşlık alma hayali kurdukları ülkeleri açık farkla geride bıraktığını ispatlıyor.

[Ankara’da ikamet eden gazeteci Mehmet A. Kancı Türk dış politikası üzerine analizler kaleme almaktadır]

Kaynak: