Hasan Hüseyin Varol eski Konya'yı gazetemize anlatmıştı
HASAN HÜSEYİN VAROL HOCA, GAZETEMİZE ANILARINI ANLATMIŞTI
Son dönem Konya’sının en önemli yapı taşlarından hatta mimarlarından biri. Hayatında bir kerede olsa Konya’dan yolu geçmiş, havasını solumuş, suyundan içip ekmeğinin tadına bakmış birde bu milletin maneviyat derdinin farkına varmış kim varsa kesişmişliği vardır Hoca'yla…Bu yüzden ismi bir taraftan da Konya ile birlikte anılır. Son dönemde tanıklık ettiği her şeyi “Yaşadıklarım ve Gördüklerim” isimli kitabıyla kaleme aldı sessiz sedasız…Biz de yeni kitabını bahane edip Genel Yayın Yönetmenimiz Lokman Koyuncuoğlu ile birlikte Hasan Hüseyin Varol Hoca’yla eşsiz bir söyleşi gerçekleştirdik… Çocukluğunu, hayatının dönüm noktalarını, heyecanlarını, Konya sevdasını, yeni kitabını kısacası hayatına dair her şeyi konuştuk...
İnsanın hayatının şekillenmesinde en önemli faktörlerin başında gelir belki doğduğu topraklar… Ve her insan biraz da toprağına benzer diye düşünüyorum. O yüzden sohbete o noktadan başlamak istiyorum. Doğduğunuz topraklardan yani… Nasıldır çocukluğunuzun geçtiği topraklar?
Bizim oralar Konya’da dağ köyleri diye ifade edilir. Dağ köyleri kırsal bir alan. Sarıoğlan mahallesiyle bizim köyün arası 4 kilometre ama yaya olarak at arabasıyla gidiyordum. Şimdi yollar asfaltlandı. Yeni binalar yapılmış. Özellikle Almanya ve Avrupa’ya gidip gelen arkadaşlar şehirleşme hareketini orada hızla gerçekleştirdiler. Fabrikalarda kurulma çabası içinde. O zamanlar bunların hiç birisi yoktu. Koçaş’ı geçtiniz mi her taraf dağlık, toprak. Yapılırsa küçük tarım alanı. Yoksa bağ. Bahçe pek olmaz. Hayvan beslerler. Şimdi yollar yapıldı. Su, elektrik geldi. Okullar yapıldı. Avrupa’ya gidip gelen insanlar yerleşti. Onlarda farklı kültürler getirdiler.
O zamanla bu zaman arasındaki değişikliği kıyaslamak mümkün değil
Arazi engebeli olduğundan çiftçilik pek yoktur. Az miktardadır. Engebeli arazilerde bağ ve meyve ağacı yetiştiriciliği yapılmaktadır. Biraz da hayvan beslenmektedir. (Keçi-Koyun karışığı davar, inek ve özellikle öküz beslenir. Son dönemlerde çift motoru ve harman makinası alanlar da vardır.)Kuzeyinde Sarıoğlan kasabası ve Boyalı, Kuzören, Koçaşköyleri, Güneyinde Armutlu Köyü, Hamzalar, Eşenler köyleri, Doğusunda Güneysınır İlçesi, Mehmet Ali, Kızılöz köyleri vardır. Batısı dağlarla çevrilidir. İklim karasaldır. Bitki örtüsü olarak, bozkır. Köyün hane sayısı 100 ve nüfusu ise 300- 400 arası. (2014) Evlenecek delikanlılar için, askerliğini yapmış, iş sahibi olmuş olması zorunlu değildir. Görücü usulü hakimdir. Kız beğenilir, söz kesilir. Evlenme yaşı genelde 18 civarıdır. Altın takı olayı çok azdır. Düğün davetiyesi için havlu dağıtmak adettir. Havlunun yerine komşular ve dostlar tabak, tencere ve benzeri eşyalar getirir. Kadınlar ve erkekler ayrı eğlenirler. Daha önceki yıllarda okuma-yazma oranı düşüktü. Köye 1948 yıllarında ilkokul yapılmasından sonra bu oran yükselmiştir. Köyden çok kimseler Avrupa Ülkelerine çalışmaya gidince de, oralardaki görgü ve kültürün köyümüze de yansımaları olmuştur. Köyde göç olmaktadır. Nedenleri; geçim sıkıntısı, iş imkanının olmayışı ve evlenme. Köy şu anda 100 küsür hanedir. Fakat halen Konya’da 300 hane aile bulunmaktadır. Bunlar Köy’ün göç edip Konya’ya yerleşenleridir. Köyün yetiştirdiği ünlü kişilerden “Kamil Efendi, namı diğer Kamil Evliya isimli zattır. Son dönemlerde bizim civarımızdaki köylerde, yaz aylarında “Şenlik” adı altında toplantılar yapılmaya başlandı. Köylünün zenginlerinden birisi masraflarını üstleniyor, Türkiye’de ve dünyada bulunan köylüler ve o bölgenin insanları da davet ediliyor, köyün bir yaylasında toplanılıyor. Gelenlere yemekler ikram ediliyor, gösteriler yapılıyor. Uzun zamandır birbirlerini görmeyenler görüşüyorlar. Cemaatle namaz kılınıyor, gençler birbirlerini tanıyorlar. Köyün kendine has kültürü onlara aktarılmaya çalışılıyor. Eski Araplardaki panayırlar gibi. Orada herkes bir maharet gösteriyor. Kimisi güreşiyor, kimisi konuşuyor ve kimisi de şiir okuyor.
Siz bahsetmediniz ama köyünüzün bir Pekmez şöhreti var. Bu noktada ondan da bahsetmeden geçmeyelim.
O civarlardaki köylerden en kaliteli pekmezi biz üretiriz. Sebebi ise pekmezin kalitesini bilirler. Bir diğer sebebi de beyaz toprak var bizim oralarda. Bozkır’ın o civardaki bütün köyleri o topraktan götürürler. Kuruturlar, elerler, o şıra leğenlere koyulduktan sonra o topraktan bir avuç atarlar. Ne hikmetse o topraklar şıranın içindeki bütün posayı aşağı indirir ve pırıl pırıl bir şıra kalır. Onu kaynattığınız zaman pekmezde güzel olur. Gerçekten Kızılçakır’ın pekmezi, o civardaki köylerin pekmezlerinden çok daha güzeldir. Mehmet Ali köyünde beyaz bir toprak vardır. Şıranın asitini o toprakla giderirler. Ondan dolayı pekmez, hem parlak ve hem de tatlı olur.
Kitabınız bir yakın tarih duygusallığında… Çoğunluğun bildiği yaşadığı ancak hatırlamadığı şeyler var yazılarınızda… Mesela gençlerin okuyup faydalanacağı anekdotlar var; Babanızın Karaman’ın köyünde bekçilik yaptığında ve saman almaya gittiniz ve onu kış boyu geçirdiniz ve saman ihtiyacı olanlara saman verdiniz? Bizi alıp o günlere götüren sahnelerden birini tasvir etmişsiniz o bölümle. O günlerden bahsedebilir misiniz okuyucularımıza?
O ESKİ GÜZEL ADETLERİMİZ KALMADI
O dönemde köylerde misafirhaneler vardı. Adam oradan geçerken karnını doyuracak veya barınacak. Köylüler samanları anca kendilerine yettiği için bize gönderirlerdi. Biz de rahmetle annem ve babam şaman dedikleri otları biriktirip saman yaparlardı. Kendi hayvanlarımıza yedirmek için değil. Sırf aşağıya gelen misafirlere göndermek için yapardık. Bu o zaman önemli bir hizmetti. Şimdi onlarda kalktı ihtiyaç da kalmadı.
O günlerden aklınızda kalan bir anınızı anlatmışsınız kitabınızda? Bir kez de okuyucularımız için tekrarlar mısınız o anınızı?
O zamanlarda ova köylerinde ekinler pek bol olurdu. Bizim köylerde ise, fazla tarım alanı olmadığı için, kışın hayvanların yiyeceği samanı da, ya çevre köylerden ya da dağdaki otları toplayıp saman yaparak temin ederdik. Babam Aladiken köyü ağalarından rica etmiş, beş kağnı saman sözü almış. Köye geldi. Bazı komşularla görüştü. Kabul edenlerden beş komşu kağnılara bindik, doğru Aladiken köyüne geldik. Orada üç gün kaldık. Babam ve arkadaşları kağnılara saman doldurdular, ben de öküzleri otlattım. Onbir yaşındaydım. Kağnıları tıka basa samanla doldurmuşlar. Öküzleri koştuk ve bizim köye doğru yola çıktık. Güneybağ köyünü geçince o meşhur “Gökbel” yokuşuna geldik. Öküzlerin kağnıları çekmesi mümkün değil.
KAĞNININ BİRİSİNİ HEP BİRLİKTE İTELEYEREK TEPEYE ÇIKARDIK
Ben başlarında dururken diğerlerini de aynı şekilde çıkardılar. Biraz dinlendik ve yeniden yola koyulduk. Gece olmuştu. Ayın dolunay evresine rastladığı için ortalık aydınlıktı. Sabaha yakın bir saatte köye ulaştık. Her kağnının yarısını bizim samanlığa doldurduk. Diğer yarısını kağnı sahibi götürdü. Böylece saman getirme faslı da bitmiş oldu. O zamanki yıllarda her köyde bir “köyodası” olurdu. Bizim köyde de vardı. Başka köylerden gelip bir gece kalan ve ertesi gün yola devam eden yolcular olurdu. Onlar her zaman hayvanlara verecek saman bulamazdı. Böyle zamanlarda köylüler adamı bize gönderirlerdi. Biz de torbasına saman doldurur, adamı gönderirdik. Adamların duasını alırdık. Annem de Babam da bu tür hizmetleri ve yardımları severlerdi. Sırf bunun için saman bulundururduk.
Kitabınızın her sayfası ayrı bir tarih. O süreden sonra Konya’ya geliyorsunuz ve Kuran’la tanışıyorsunuz. Hayatınızın en önemli dönüm noktası olarak görüyorsunuz ve ben yolumu buldum ve Kuran öğrencem diyorsunuz. O bilinç o ruh nasıl bir karar verme aşamasına getirdi. Konya’ya geliş ve Kuranla tanışmanın size verdiği mutluluğu ve o dönemdeki ruh halini anlatabilir misiniz?
Köyümüzde ilkokul yoktu. Ben kendi kendime çabalayarak okuma yazma öğrendim.
Konya’ya geldiğimizde Saathane dediğimiz bir yer vardı. Orada büyük saatler vardı. Hocamız onların ayarına bakardı. Getirdiler bizi oraya teslim ettiler. O esnada biz elimizde tahtadan yapılmış bir çanta içine Kuran’ı koyup gelirdik. Yolumuzun üstünde Hakimiyeti milliye okulu vardı. O veya başka okullara imrenirdik. Bizde oraya gitme arzusu içindeydik. Ama biz Kuran Kursuna gidiyorduk. Dolayısıyla o haleti ruhiye içerisinde okuduk. Oradan çıktıktan sonra Kırmızı kütüphanedeki kitaplara vitrinden bakardım. Hangi dergiyi, kitabı alacaksam alırdım ve eve kadar okuyarak giderdim. Böyle bir hava içerisinde kendimizi yetiştirmeye çalıştık. Annemle babamın da evlatlarını ehli Kuran yetiştirmek istemesi üzerine başladık. Belli bir noktaya geldikten sonra gördük ki bizim çizgimiz belli oldu. Diyanet teşkilatı içinde ya imam ya müezzin olacağız. Ona göre kendimizi yetiştirme çabasına girdik.
Peki ya Kur’an sevgisi ve öğrenme merakı ne zaman ve nasıl başlamıştı?
Beş yaşlarındayım. Rahmetli babamın sehpa üzerinde Kur’an okuduğunu görüyordum. Ne olduğunu ve ne okuduğunu bilmiyordum. Ancak onun güzel sesiyle bir şeyler söylediği, önündeki kitaptan bir şeyler okuduğu belliydi. Ama ben anlamıyordum. Günlerden bir gün okuyuşu çok fazla dikkatimi çekti. Babam hem okuyor hem ağlıyordu. O esnada Anam da yanında oturuyor ve önünde bir işle meşgul oluyordu ama kulağı babamın okuduğundaydı. Anama sordum: “Babam ne yapıyor?” diye. “Kur’an okuyor hem de ağlıyor” “Ben de okumak istiyorum Ana!” dediğimde Anam: “Sen biraz daha büyürsen, inşallah Baban seni de okutur oğlum” diyordu. Her gün akşam gördükçe okuma merakım artıyordu. Bir gün anam benim bu arzumu babama söyledi. Rahmetli Babam bu haberi dikkate almış olacak ki, beni kucağına aldı ve dizinin üzerine oturttu. Kur’an-ı Kerim’in en son sûresinden başladık. Önce o okuyor, sonra ben onun söylediğini aynen söylüyordum. O son sûreyi besmele dahil ayet ayet okuyup bitirdik. Babam seviniyordu. Anam seviniyordu. Ben onlardan daha fazla seviniyordum. Çok büyük bir iş yaptığım inancı beni Babam ve Annem sevindiriyordu. Ertesi günün akşamını iple çekiyordum. Akşam oldu. Babam yemekten sonra kendi okuyacağı yeri okudu. Beni tekrar dizine oturttu. Bu defa da son sûreden bir evvelki sûreyi okutmaya başladı. Yine o bir ayet okuyor, sonra aynı ayeti ben tekrar ediyordum. Bu şekilde Felak sûresini de bitirdik. Arkasından Nâs sûresini tekrar okuduk. Babam camiye gitti. Çünkü o cemaate çok devamlı birisiydi. Artık biz babamla her gün bir sûreyi öncekiyle beraber okumaya devam ediyorduk. Hümeze sûresine geldiğimizde ben artık harfleri, harekeleri, şedde ve tutarları öğrenmiştim. Kur’an okumaya başlamıştım. Zilzal sûresini okuduktan sonra babam beni Kur’an-ı Kerim’in başından başlattı. Ve işte Fatiha sûresiyle Kur’an hatmine başlamış oldum. Kur’an okumak için abdest almayı öğrendim. Her gün akşam babamla beraber ben de dersimi okuyordum.
İlk Kur’an hatmini yaptığımda henüz altı yaşımı bitirmemiştim.
Rabbime sonsuz şükürler olsun ki bana Kur’an okumayı çok küçük yaşlarda nasip etti, ölünceye kadar da inşallah devam edeceğim. Babam rahmetlinin bu öğrettiği metod da Kur’an okumayı öğrenme metodlarından birisidir. Genel olarak “Elif Cüzü” diye tanınan ve “Elif, bâ, tâ, sâ…” şeklinde okunan bir cüz takip edilir. Ama ben böyle bir cüz okumadım. Babacığım neden böyle bir metod uyguladı onu hiç bilmiyorum. Aklıma gelmediği için de sormadım. Fakat konunun burasında bir olay anlatmak istiyorum. Bazı şeyleri bu metodla öğrenmenin mümkün olduğu anlaşılıyor. Rahmetli Anam da Kur’an okumayı bilmiyordu. İleride anlatacağım… Biz köyden Konya’ya geldikten sonra, ben hafızlığa devam ediyordum. Ama bizim evde yine akşam yemeğinden sonra Babam Kur’an okumaya devam eder, ben de dersime çalışırdım. Babam biraz sesli okurdu. Anam da yanında oturur, hem el işi görür hem dinlerdi. Günlerden bir gün baktım anam eline Kur’an almış okuyor. İçimden “Anam Kur’an okumayı bilmiyordu. Acaba kimden öğrendi?” diye geçirdim. Sordum; Baban okurken dinledim ve okumaya başladım” dedi.
Ve hafızlık. En yüce makamlardan birine küçük yaşlarda ulaştınız. O süreci anlatabilir misiniz bize? Yada hafız olmanın sizde oluşturduğu duyguları nasıl adlandırırsınız?
O zamanlar hafız olmak bir ayrıcalıktı. Çok fazla hafız yoktu. Hafız olduktan sonra da iş onunla bitmiyor. O zamanın insanları eski medreseyi anlıyorlardı. Medresede insan hafız olabilir Kuran’ın manasını da bilebilir. Hafızım ama manasını bilmiyorum. Hafızlığı bitirdim, sıra manasını öğrenmeye geldi. Manasını öğrenmek içinde Arapça öğrenelim dedim. Karşımıza Tahir Hoca çıktı. Ondan okumaya başladık. Hafızlığı bitirdim. Arapçayı öğrendik. O zaman Diyanet’te görev alabilmek için mutlaka hafız olacaksın birde Arapça okuyacaksınız. Hafızlığı bitirmiş olmamla da hayatımın çizgisini belli etmiş oldum. Çünkü hafızı Kur'an birisinin bu hafızlığını koruyabilmesi için mutlaka cami görevlisi olması lazımdır. Değilse farklı iş kollarında çalışan pek çok arkadaşım da gördüğüm gibi, hafızlığı korumak çok zor olacaktı. Otuz yıl imamlık yaptım. Bunun 25 yılı resmi 5 yılı da fahridir. Bu müddet içerisinde özellikle sabah namazlarını hatimle kıldırdım. Hadr tarzında okurdum. Birinci rekatta üç sayfa ikincide ise iki sayfa okurdum. Her 4 ayda bir hatim yapardım. Bunları yeri gelince genişçe anlatırım, inşallah. Bizim zamanımızda imam olabilmek için hafız olmak bir bakıma tercih sebebi idi. ikinci bir sebep de Arapça bilmekti… Bizim hedefimiz de imamlık olunca hemen Arapça okuyacak bir hoca aradık.
“BEN ÇOK SIKARIM SİZİ DAYANABİLECEK MİSİNİZ?”
O günlerde merhum Tahir Büyükkörükçü askerden yeni gelmiş ve merkez vaizi olarak görev yapıyordu. Kısa zamanda ünü-şanı Konya hududunu aşmış Türkiye çapında duyulmaya başlamıştı… Çok güzel konuşuyordu. Ayetleri, hadisleri aynı konuda olunca arka arkaya sıralayıveriyordu. Gerçekten çok zeki, ihtiraslı, rekabeti seven, egosuna düşkün, mağlubiyeti asla sevmeyen bir kişiydi. Beş arkadaş aramızda görüştük. Hocaya müracaatta bulunup ders almak istediğimizi söyledik. Ümidimiz pek yoktu. Lâkin hoca bizim durumumuza dikkatlice baktı. "Ama ben çok sıkarım siz dayanabilecek misiniz?" dedi. Biz de "nasıl isterseniz biz ona varız" dedik. "Hepiniz birer sarf cümlesi kitabı alın yarın benim imamlık yaptığım Hamza oğlu mescidine gelin, sabah namazından sonra orada okuyalım" dedi. Bendeniz, Ermenekli İbrahim Koçaşlı, Eğisteli Kerim, Memiş Yöntem, Ahmet Küçük, Mehmet Cinkara, Bekir Doğanay, Mehmet Kabakçı vs. sonra bu rakam 16 ya çıktı. Sevinçten uçuyoruz. Hemen gittik hocanın dediği kitapları kitapçı Abdurrahman Etik'ten aldık. Sabah namazından sonra Hamzaoğlu mescidinde toplandık. Sene 1949'un başları. Sarıyakup mahallesi, Sarıyakup caddesi, Kanara köprüsü karşısında olan Hamzaoğlu mescidi. Şimdi Cuma kılınan büyük bir camii olmuş. Hocanın evi oraya yakındı. Orada üç vakit imamlık yapıyordu. Bizim evimiz Mengene mahallesindeydi. Mengene Camii'ne yakındı. Ben de o camide müezzinlik yapıyordum. Evimiz yakın olunca ben herkesten önce gelirdim. Üç tane uzun rahle yaptırdık. Kitapları onların üzerine koyar okurduk.
‘KELİMENİN TAM ANLAMIYLA BASILDIK’
Arkadaşlarımızın hepsi zeki çocuklardı. Hocamız da gençti. Çok heyecanlı ve canlıydık. Emsile, Bina ve Maksud bitti. Arkasından doğrudan Avamil'e geçtik. İzzi ve Merah'ı okumadık. O günlerde Konya'nın çeşitli semtlerinde bazı hocalar arapça okutuyorlardı. Batmanzâde, Nâsır Efendi, Cemil Efendi, İsa Efendi, Hacıveyiszade Hacı Mustafa Efendi, Tahir hoca ve emsali hocalar kendi çaplarında arapça okutuyorlardı. 1950 seçimleri yapıldı. Demokrat Parti kazandı. Lâkin CHP'nin kalıntıları bürokratlar hala duruyorlardı. Giderayak halkı sıkıştırıyorlardı. Bendeniz onaltı yaşında iken Bir sabah ders okumak üzere toplandık. Derse başlamadan önce Hocam "çocuklar… biliyorsunuz bu memlekette arapça okumak yasak. Konya'nın çeşitli semtlerinden bazı hocaları emniyete götürmüş ve mahkemeye vermişler. Biz de bu derslere biraz ara versek mi acaba? Ne dersiniz?" dedi. O gün bizim Avamil dersimizin sonuydu. Yani o günAvamili bitiriyorduk. Hocam'a: "Hocam! Zaten bugün Avamilbitiyor. Onu bitirelim sonra tatil edelim dedik. Hocam da uygun buldu. Ve biz o gün Avamilin son dersini bitirdik. İ'rabla ilgili son sadece onun tarafından gelen bir zata tevekkül ettik" biz bu cümleyi söyledik ve mescidin kapısı açıldı. İçeri girenler resmi polis, sivil polis, jandarmadan oluşan bir topluluk… Kelimenin tam anlamıyla basıldık.
“TAHİR HOCAYA KONUŞMA YASAĞI GELDİ”
Benim başıma gelen ikinci olay oldu bu. Birisi de köyde sıbyan mektebindeyken olmuştu. Efendim, kitaplarımızı topladılar, listesini yaptılar hocamı ve arkadaşlarımdan Eğisseli Kerim'i kitaplarla beraber alıp cipe bindirip emniyete götürdüler. Ekip de onlarla beraber gitti. O zaman da emniyet şimdiki Vilayet binasının altındaydı. Bir odaya bizi tıktılar. Birine de hocayı koydular. O gün akşama kadar orada bekledik. Savcının gelmesini beklemişiz. Savcı da kasıtlı olarak gelmesini geciktiriyordu. Hocanın ifadesini aldılar. Bize bir şey sormadılar. Akşam olunca bizi bıraktılar. Biz de evimize geldik. Hocayı mahkemeye verdiler ve konuşmasını yasakladılar. Hoca kürsüye çıkamaz oldu. Konya karıştı. Seçimler yeni yapılmıştı. 1950 seçimini Demokrat Parti kazanmıştı. CHP kaybetti. Lâkin CHP devrinin bürokratları henüz işbaşındaydı. Ne isterlerse yapıyorlardı. Taşrada halka olanca zulmü reva görüyorlardı. Giderayak ne yaparsak kâr diyorlardı.
6 aylık bir dönem Hür Saatçi ismiyle saatçilik, esnaflık yapıyorsunuz. Saatçilikten ziyade ismi çok şık bir isim. Bu nereden icap etti?
Bunun sebebi şudur. Biz her ne kadar hafızlığı bitirmiş olsak da kendimizde bir mücadele cihat ruhu vardı. O okuduğumuz kitaplardan aldığımız şeylerdi. İlk okuduğum kitap Nihal Atsız’ın Bozkurtların Ölümü kitabıydı. Arkasından Bozkurtlar Diriliyor onu okudum. Türk kavmini onun düşmanlarını, dostlarını tanıyorum. O halde onun düşmanlarıyla mücadele edebilmem için bir ruh lazım. Oradan gelen bir kaynakla hür olmanın hür yaşamanın hür bir dünya kurmanın idealiyle Hür saatçi dedik. Çocuklar çoğalınca imamlık maaşım yetmiyordu. Çok kitap alıyordum. Ta çocukluğumdan ve İstanbul'da okuduğum yıllardan beri almak ve okumak bende yerleşmiş bir hastalıktı. Zekat fitre almazdım. Iskat-ı Salat diye bilinen cinsten paralar almazdım. Sadece imamlıktan ve kurs hocalığından elime ne geçiyorsa onunla yetiniyordum. Bu arada ideoloji olarak İslam Hukuku'nun toplum hayatına geçmesi ve hakim olması düşüncesi bende, bir mefkure ve bir ideal olmuştu. Hayatımın her anına nüfuz eden bu düşünce aynı zamanda benim tüm ekonomik çalışmalarımın da mihverini oluşturmuştu.
‘ÇOCUKLUĞUMDA TAŞLA EZDİĞİM SAATİN ETKİSİ VAR’
"İslam namına, Allah için, insana hizmet" şeklinde formüle ettiğim bu düşüncenin önce çevreme sonra giderek topluma yayılmasını istiyordum. Bunun için bazı ekonomik çalışmalara teşebbüs ettim. Bazen siyasi denebilecek çalışmalara girdim. Eğitim-öğretim, sosyal ve kültürel çalışmalar yaptım. Pek çok gencin yönünü doğrulttum, yöntemini belirledim. Fakat, gördüm ki bu çalışmaların etkili olabilmesi için ekonomik bir gücün elimde olması lazım. İşte bu düşünceyle bir ortak bulup saatçi dükkanı açtım. Sanıyorum "Hür Saatçi" unvanıyla açtığım bu işin tercihinde, tâ çocukluğumda taşla ezdiğim kol saatinin etkisi vardır. İmam Hatip okulundaki görevimden ayrılmadan altı ay kadar önce bu işyerini açmıştım. Okuldan ayrılınca oraya ağırlık verdim. 1963 yılları başındaydı. Hem Burhandede Camiinde görev yapıyordum, hem saatçilik yapıyordum, hem de kitap okuyordum. Sene 1968'lerin sonuna doğru ayrıldım. Ortağımın benden habersiz yapmış olduğu bir tasarruf bende güven sarsılmasına neden oldu, ayrıldım. O günün parasıyla 15.000 TL. alacağım vardı. Onu da aylık 500 liralık taksitlere bağlayıp çekildim.
- Yeri gelmişken bu gün dünya Müslümanlarının en büyük sıkıntılarından biri “Para” ile olan ilişkisi. Ciddi sıkıntıları var. Göz ardı edemediğimiz bir faiz gerçeği var. Üretim sıkıntı, harcama sıkıntı, hatta cemaatlerin para ile olan ilişkisi de sıkıntılı. Bu konuyla yakından ilgilisiniz. Bu durumu nasıl değerlendiriyorsunuz?
Bu çalışmalar gerek Türkiye’nin gerekse Türkiye’de bulunan Müslüman insanların faizden kaçan insanların bir takım imkanlar elde edebilmeleri için faizli yerlere gitmek yerine İslam’ın koyduğu ölçütlerin içerisinde bu işi yapabileceklerini göstermek gerekiyordu. Temelde ekonomik gücü elde tutan kimsenin bir çok insanı çalıştırma imkanı vardır. Bu sebeple de onlara inandıklarını empoze etme imkanı vardır. Biz İslam adına Allah için hizmet sloganıyla hareket edince ekonomik gücü elde etmemiz gerekiyordu. Faizsiz banka nasıl olur. Emanet Sandıkta onun bir denemesiydi.
SEYİT MEHMET BUGA, HAŞİM BAYRAM SOHBETLERİMDE YETİŞMİŞTİR
Ayrıca kolektif çalışmak icap ediyordu. Bunun içinde İşletme Tasarruf Birliği diye hareket başlattık. Şimdiki gördüğümüz İttifak Holding, Kombassan Holding, arkadaşların çoğu benim sohbetlerimde yetiştiler. Mesela Kombassan Holding’in ilk kurucusu Haşim Bayram benim sohbetlerimde yetişmiştir. İttifak Holding’de Seyit Mehmet Buga benim sohbetlerimde yetişmişler. Bugün devam eden çok ortaklı başlatan biziz. Sebebi de Müslümanlar artık bir araya gelip bir şeyler yapmalı. Yaptıkları zamanda bu hem kendilerine hem de çevremizdeki bu işe muhtaç insanlara faydalı olmak düşüncesiyle teorik olarak sohbetler ettik. Sonra bunun pratiğini de göstermem gerekiyordu. Emanet Sandığı da bunun gereğidir. Bu açıdan meseleye bakmak gerekti.
- Sizin hayatınızda, sadece bireysel değil bir vakfı idame ettiren biri olarak nasıl bir sistem geliştirmiştiniz peki? Yada uygulamıştınız?
Hayra Hizmet Vakfı'nı kurarken bir gruba, bir cemaate veya birkaç zengin ve varlıklı kişilere dayanmamıştım. 1950'den 1976'ya kadar geçen zaman içerisinde halkla hep içiçe yaşadım. Onlara hizmet ettim. Hiç kimsenin kasasına kesesine, ırz ve namusuna göz dikmedim. Bu yüzden bana karşı çok derin bir sempati tabanı oluştu. Allah'ın bana lutfettiği güzel Kur'an-ı Kerim okuma yeteneği, cami görevi, Kur'an muallimliği, hatiplik, ülfet ve sempatik olma gibi nimetlerle halkın bana karşı bir sevgisi ve güveni doğdu. Konya halkından bana karşı bu durumu bilen bazı politikacılar, benim sırtımdan kelek kesmek için epeyce uğraştılar. Tabii ki onlara fırsat vermedim. Bu hususu yukarılarda anlatmıştım. Benim bu konumum, çok önemlidir. Hayra Hizmet Vakfı'nın sıfırdan başlayıp, çok kısa bir zaman içerisinde parlaması ve önemli bir potansiyele ulaşmasının sebebi işte bu güven ve tabandır. Hareketin başlamasından sonra, idare mekanizmasınında bu güveni devam ettirebilmesi nisbetinde yaşaması mümkündür. Eğer güven sarsılırsa sıkıntı başlar, çünkü bizim en kritik noktamız burasıdır. Sermayemiz budur. Buna rağmen bir gün gelip te, bu güvenin sarsılacağını, en azından ciddi erozyona uğrayacağını tahmin ettiğim için, tedbirlerimi ona göre almıştım.
‘BAŞARILI OLURSA ÖNEMLİ BİR KAYNAK BULUNMUŞ OLACAKTI’
Nitekim kendi içimizden kaynaklanan zafiyetlerle, dışımızdan bizi kıskananların menfi propagandalarıyla, bir de benim herhangi bir siyasi partiye meyletmeyişimden dolayı, bize cephe alan particilerin, çok açık ve aleyhte yaptıkları yaygın propagandalarla bahsettiğim güven ciddi biçimde erozyona uğradı. Başka bir olumsuz yön de şudur: İçerisinde bulunduğum toplumun bilgisi, anlayışının dar olması ve ileri görüşten çok uzak kalmasıyla, belki 30 yıl sonra anlayabileceği fikir ve düşünceleri ortaya koymamız olmuştur. Nitekim bu fikir ve düşünceler, zaman içerisinde güven problemi ortaya çıkarmıştır. Doğaldır ki, biz de boş durmadık. Toplantılar yaparak, sohbetler tertip ederek, kitap, broşür ve bülten çıkartarak mücadelemizi sürdürdük. Hatta hutbelerimde cevaplar vererek. 12 Eylül 1980 askeri harekatında tutuklanmam, 1983'de tutuklanıp, 6 ay kadar içeride kalmam da, bu mücedelede bizi zayıflatan unsurlardan olmuştur. Bütün bunların olabileceğini önceden görmüştüm. Ve kimse uyanmadan ben hemen deneyeceklerimi denemek, hem de vakfın ayakta durmasını saklayacak imkanlara ulaşmak istiyordum. Benim için önemli olan bu idi. Zekat sandığı o güne dek kimsenin düşünemediği bir çalışmaydı. Onu başlattık. Toplum benimsedi ve devam ediyor. Şimdi Emanet Sandığı kurmayı düşünüyordum. Nedir Emanet Sandığı? Ne iş yapacaktır? Esprisi nedir? Kafamda tasarladığım projeye göre bu tür bir deneme sonuç verirse, İslam Devletinde mali yönden önemli bir kaynak bulmuş olacaktım. Emanet Sandığı, parasını sadece muhafaza etmek için bankaya koyan, ihtiyaç anında gidip alan, buna karşılık bankadan hiçbir şey beklemeyen insanların, bu paralarından umumun faydalanacağı hizmetler için istifade etmeyi düşünmüştüm. Bu işin herkese görünen tarafı idi, ama asıl benim denemeyi düşündüğüm şeyi arkadaşlarım dahi bilmiyorlardı. Bilmelerine de şimdilik gerek yoktu.
- Emanet sandığı sistemi nasıl işliyordu peki. Güven esası dayalı bir sistem sanırım. Güveni nasıl sağladınız? O güne kadar pek bilinen bir sistem değil sonuçta? Neler yapılmıştı o günün şartlarında. Nasıl işledi ve sonuç nasıl oldu peki?
1976'nın sonlarına doğru bir kararla "EMSAN" ünvanıyla Emanet Sandığını kurdum. Ahmet DenizkuşIarı'nı vezneye, Ziya Özboyacı'yı da müdürlüğe atadım. Bir-iki de muamele personeli ile çalışmayı başlattım. İlk hesabı ben açmayı düşünüyordum. Geç kalmışım. Bana, 9 nolu hesap düştü. Büyük bir iştahla başladık. Avukat Hasip Senalp arkadaşımız, mevzuata uygun yönlerini tesbit etti ve biz evrakları ona göre hazırladık. Tahsil, tediye fişleri, hesap kartları, ekstralar, çekler vs. hızla gelişti ve 1977 yılı başından itibaren faaliyete geçildi. Sisteme bazı avukat arkadaşlarımız da yardım ettiler. Günü birlik bakıyorsunuz para yatırıyor bakıyorsunuz çekiyor. Ama bu yatırma ve çekme de belli bir potansiyel elinizde kalıyor. Benim en çok hoşuma giden tarafı da bu oldu. O zamanlarda da vatandaş götürüp parasını bankaya götürüp yatırmıyordu. Bankacı bana dedi ki Konya’da bankalara yatırılan paranın yüzde 80’i faizsizdir. Çünkü Müslüman adam faiz istemiyor. Bankalar için bedava para. Bir gün bankalara ben bir yazı yazdım. Bize yoksul insanlara verilmek üzere bağışta bulunun. Hiç birisi vermedi. Sadece bazı bankalarda personel kendi aralarında topladılar verdiler.
ZAMANLA ŞÜPHELER DAĞILDI GÜVEN ARTTI
Ben ve arkadaşlarım, katıldığımız her toplantıda bunu anlatıyor, izah ediyor ve hayır hizmetlerine destek olunmasını tavsiye ve teşvik ediyoruz. Toplumun böyle bir şeye ihtiyacı varmış ki hemen tuttu. Bir ay gibi kısa bir süre içerisinde 500 mudiye ulaştık. Sene sonunda 3000 mudi oldu... Biz mevduatı üçe böldük. Bir bölümü günlük çekimlere, bir bölümü olağanüstü çekimlere, diğer bölümü ise durağan bir para olduğu için uzun vadeli yatırımlarda kullanılmak üzere belirlendi. Bu paralardan kimseye borç para vermiyorduk. Sandığın esprisi, Vakfın hizmetlerini desteklemekti. Mudilere her türlü güveni vermeye çalışıyorduk. Zamanla şüpheler dağıldı. Güven arttı. Tahmin etmediğimiz olaylar oldu. Ve biz, durumdan son derece memnunduk. 1979 yılı sonu itibariyle, altıbin mudiye ulaşmıştık. Ve ciromuz üç milyarı bulmuştu. Vakfın Kur'an Kursu, öğrenci yurdu gibi pek çok hizmeti bu dönemde devreye kondu. Gelir getirici çalışmalarımız ve yatırımlarımız da bu döneme rastlar. Fakat, Türkiye'nin siyasi, ekonomik ve finansal ortamı hiç de iyi gitmiyordu. Enflasyon yükseliyor 24 Ocak 1980 kararları alınıyor, para sıkıntısı başlıyordu. Ve ardından 12 Eylül 1980 ihtilali oldu. Bize diş bileyen birkaç banka müdürü, bizi komiteye ihbar ediyor ve çok ciddi bir teftiş geçirdik.
SİSTEMİN TEFTİŞİNDE EN BÜYÜK SIKINTIYI ZİYA ÖZBOYACI ÇEKTİ
- Evet yeri gelmişken 80 ihtilalinden sonra başınızı bayağı ağrıtmışlar. Teftişler araştırmalar, ama sistemde bir boşluk bulamadılar galiba. Yine anlatıyorsunuz ya kitabınızda Ziya Özboyacı defterleri götürdü ne olacak diye endişeleniyorsunuz? O anları bir kez daha yaşatacağız size belki ama geri dönsek o günlere ?
Cesaretten ibaret hareketin başına gelecek olan şeylerdi. Büyük korku yaşadık. Çünkü ihtilal dönemi. Adamların astığı astık, kestiği kestik. Ziya Beyin sıkıntıları oldu. Biz hainlik yapmak kendimize menfaat için çıkmadık. Sabır lazımdı. Bunların hepsi birer imtihandı. Onları atlattık. T.C. Vakıflar Bankası Konya Şubesi Müdürü beni telefonla aradı. "Sayın Hocam, sizin yüzünüzden bir Devlet bankası ani teftiş geçiriyor, kendinize dikkat edin" dedi. Devletin yeminli murakıbı gelmiş bizim hesapları teftiş edecekmiş. Sandığın bütün defterlerini, vakfın defterlerini istedi. Sandık Müdürü Ziya Özboyacı kardeşimiz, götürdü teslim etti. Fakat Ziya bey döndüğünde endişeliydi. O'nun o endişesi bizi de etkiledi. Çare yok bekliyoruz, birkaç gün içerisinde teftiş tamamlandı. Defterlerimiz iade edildi. Ancak hakkımızda nasıl bir rapor verildiğini bilmiyoruz. Ziya Bey defterleri almaya gidince, yeminli murakıp arkadaş ona "Hocam'a selam söyle, gelip kendisini ziyaret edeceğim" demiş. Geldi, kısa boylu, esmer, bıyıklı bir genç. Siması bana yabancı gelmedi, ama tanıyamadım. Oturduk, hoş-beşten sonra bana "Hocam, beni tanıdınız mı?" Dedi. "Simanız yabancı gelmiyor, ama tanıyamadım" dedim. "Adım Mustafa Tosun, Konya İmam Hatip Okulu'ndan talebenizim" deyince hemen tanıdım. Çünkü sadece onu değil sülalesini tanıyordum. "Hocam! Dedi, biz yeminli murakıbız, o nedenle teftişten önce gelemedim. Teftiş bittikten ve görevimle ilgili çalışmayı tamamladıktan sonra sizi ziyaret etmek istedim. Vakfın emanet sandığı ile ilgili bir şikayet dosyası geldi. Ben sizi tanıyordum. Vakfı tanıyordum ve biliyordum. Bir başkasının eline geçmesin diye ben talip oldum ve onun üzerine geldim. Teftiş ve denetimlerimi yaptım. Endişe edecek bir şey yok. Ancak şu..., şu... noktalara dikkat ediniz" dedi ve biraz evvel yazdığım şeyleri söyledi. Hizmetlerimizde samimiyet hakimdi. Kendimize çıkar sağlamadığımız gibi, böyle bir şeyi de hiç düşünmüyorduk. O nedenle de Cenâb-ı Hakk bizi böyle böyle koruyordu.
- Aslında tersten gidiyoruz söyleşimize biraz belki ama yine yeri olduğu için vakfın kuruluşu ve ilerleyişinden önce yine yeri gelmişken ihtilal günlerine döndürmek istiyorum sizi. Kolay olmayacak belki ama o günleri bir kez de sizin ağzınızdan dinleyelim. Birebir yaşadınız. Tanıklıklarınız önemli bizim için…
“BİZİM BİRBİRİMİZDEN FARKIMIZ YOK. TOPLUMUN AYIRIMI ŞEYTAN İŞİDİR”
Bizim gerek sağ görüşlü gerekse sol görüşlü arkadaşlar biz de İslamcılar olarak götürüldük Uçaksavar Kışlasına. Oraya girdiğinizde bir duvar var. o duvarın arkasında Trakya’dan gelen Müslüman arkadaşlar var. Bizim dışımızda sağ tarafta ülkücüler, diğer tarafta da devrimciler var. O gün Türkiye’yi yöneten zihniyet bu iki kutbu birbiriyle çatıştırmak suretiyle bir çıkış yolu bulmak isteyen arkadaşlara bu düşünceyi bu fırsatı vermemek istiyorlar. İstedikleri gibi idare etmek istiyorlar. Orada benim devrimcilerle uzun sohbetlerim oldu. En son bana Hocam madem bizim dinimiz böyleydi de neden bizi uyarmadınız? Bende dedim ki araları açıyorlar ve birbirimize düşman gösteriyorlar. Dolayısıyla bizi birbirimize düşman edip kavga ettirenler üstümüzdekiler. Bunu bizim anlayıp düşman olmamamız lazım. Aslında hiçbir farkımız yok. Toplumun ayırımı tam bir şeytan işidir. İktidarı istediği gibi götürmek isteyenlerin yaptıkları bir hareketti. Bütün kutuplaşmaların altında yatan buydu.
“SOSYALİSTLERE İSLAMI ANLATTIK”
Az önce söylemiştim, birbirine tam anlamıyla zıt iki kutuptan ve Kur'an diliyle Ye'cüc ve Me'cüc'ün ikisinin arasında biz İslamcılar tam bir Sedd-i Zülkarneyn oluşturuyorduk. Bu iki grup birbirleriyle devamlı hırlaşıyorlardı, ama biz mani oluyorduk. Bana bir genç geldi. "Sayın Hocam, sizinle tanışmak ve konuşmak istiyorum, izin verirseniz" dedi. "Buyurun" dedim. Oturdu, konuşuyoruz. Onun arkadaşları da benim arkadaşlarım da bu durumu çok garipsediler. Bir İslamcı ile bir sosyalist, nasıl oluyor da böyle oturup konuşabiliyorlar? Onların tezi önce ikna etmekmiş. Biz İslamcıların zaten vazifesi de budur. İslam'ın ilk zuhurundan hayatın sonuna kadar bu vazife her müslüman için geçerli olacaktır. Kendisiyle konuşurken önce onu dinledim. Asıl hayretime giden, bir lise talebesinden tutun, yaşlanmış bir solcuya kadar hemen hepsi aynı şeyleri söylüyor, aynı şeyleri düşünüyor ve ne yapacağını biliyor. Ama bizde her kafadan bir ses çıktığı gibi, kimin ne yaptığı, ne yapacağı da belli değildir. Bizimkiler okumuyorlar, düşünmüyorlar. İslam'ın çağımızın konularını nasıl çözeceğini, nasıl çözmesi lazım geldiğini, işçi-işveren konusu, nasıl bir üretim metodu, mülkiyetin nasıl ve hangi çerçevede olması lazım geldiğini, altyapı-üstyapı meselesinin ne olması lazım geldiğini, düşünene rastlamadım bizde...
“DEVRİMCİ GENÇLERİN BU HALE GELMESİNDEN SİZ SORUMLUSUNUZ”
Atila Yalın'la kısa bir görüşme yaptık. Akşam 15 kadar arkadaşıyla toplanıp bana geldiler. Tam üç saat onlar sordu ben anlattım. Bu toplantılar her gün akşam devam etmeye başladı. Onlara, "Sosyalizm'e gerek yok. İslam hem Sosyalizm'in iddialarına hem de Kapitalizm'in iddialarına en güzel şekilde cevap veren bir sistemdir" konusunu ayetler, hadisler ve geçmiş olaylarla belgeleyerek anlattım. Son oturumda Atila Yalın bana; "Hocam, ne güzel tarihiniz var, bu günkü olayların açıklamasını bile geçmiş bir olayla yapıyorsunuz" diyordu. Bir başkası, "Hocam, bu devrimci gençler var ya, bunların bu duruma gelmesinden sizler sorumlusunuz. Böyle güzel bir dinimiz varken, bizim nemize gerek Komünizm, Sosyalizm" deyiverdi. Bir diğeri: "Hocam, siz yerinizde oturuyorsunuz. Namaz kılıyor ve Kur'an okuyorsunuz. Sizin bu uslu halinize bakıp içimden, yahu bu kapitalistlerde hiç akıl yok, şu adamı da buraya alıp getirmişler demiştim. Anladım ki siz, iyi bir rejim düşmanı, iyi yetişmiş bir İslam militanısınız. Adamlar sizi buraya getirmekte haklıymışlar" dedi.
EN AĞIR İŞKENCELERİ BİZDEN NEVZAT ARABACI GÖRDÜ
Uçaksavar taburunda bir ay kadar kaldım. Çok şey gördük orada. Bizden en çok Nevzat Arabacıya işkence ettiler. Devrimcilerden bazı çocuklarda çok işkence görüyordu. İçeri sapasağlam giden askerlerin kolunda geliyordu. Ürkütücü etki yapıyordu. Bazıları intihara teşebbüs ediyordu. Bunu üzerine işkence yerini değiştirdiler. Arkadaşımız Nevzat Arabacı mitigde İstiklal Marşı okunurken oturanların başıydı. Ona çok bozuluyordu. 15 gün boyunca her türlü işkenceyi uyguladılar. Ama o hiç konuşmadı. Ali Galip Doğan konuşmuştu aslında. Nevzat’ın ısrarı boşunaydı. Onbeş gün sonra Nevzat yanımıza geldiğinde onu tanıyamadık. Sol dizi bükülmüyordu. Yardım ettik bir abdest aldı. Namaz kılarken ayağının altını gördüm delinmişti. Sonra bir kez daha götürdüler, götürürlerken helalleşmiştik. Belki bir daha görüşemeyiz diye. Gidişi o gidiş oldu. Aylar sonra bir dolmuşta karşılaştım. Beni görmemişti. Arkasından onu yakalar gibi yaptım. Korktu hopladı. Kucaklaştık. Helal olsun Nevzat’a… Allah'ü Zülcelâl bir daha böyle günler göstermesin. Amin...
- Konudan konuya atlıyoruz ama kitabınızda dikkatimi bir de Askerlik günleriniz ve o askerlik günlerinizdeki bir Ramazan ayı çekti. Bu çok güzel hatıratınızı bir de sizin ağzınızdan duymak istiyorum. Okuyucularımızın da dikkatini çekecek bir hatıra…
“SEN KOĞUŞA GİT KUR’AN OKU. BİZİM GEÇMİŞİMİZE DE GÖNDER”
Ankara'nın Çubuk ilçesinde, 2. Ordu 8. Kolordu'nun 28. Tümen'ine bağlı, 230. Piyade Alayı kışlasındayız. Yıl 1954. Bu Teğmen "içinizde ilkokulu bitirenler şuraya, ortaokulu bitirenler şuraya, liseyi bitirenler de şuraya" diyerek herkesi ayırdı. Tahsilli olan-olmayan belli oldu. Fakat, sadece ben kaldım. Ben ilk, orta, lise şeklinde bir tahsil görmedim. O şehirli aile çocuklarının ulaştığı mutluluk. Biz, köy çocuklarınınki ise sadece çobanlık... Ben tek başıma kalınca sordu "senin tahsilin yok mu?" deyince "Hayır efendim!" dedim. İnanmadı. "Ben hafızım, imamlık yapıyordum, komutanım!" dedim. "Okuma yazman var mı?" dedi. "Var Komutanım, yeni ve eski Türkçe'yi hem okur, hem yazarım" dedim. “Liseyi bitirenler arasına geç” dedi. Ben 1. Tabur 4. Bölüğe düştüm. Acemi eğitimi yapıyoruz. Benim derslerde ve eğitimde gösterdiğim başarı dikkatleri çekiyordu. Hafız olduğumu Bölük Komutanımız dahi öğrenmişti. Bir kış günüydü. Diz boyu kar ve çok sert bir soğuk vardı. Eğitime çıktık. Bölük toplandı. Bölük Komutanı Ömer Yüzbaşı Ankara'daydı. Yardımcısı bir Teğmen'di. Beni çağırdı. Korkmuştum. Bir asker selamıyla karşısına durdum. Bana "Evladım, sen koğuşa git. Kur'an oku. Bizim de geçmişlerimize gönder" dedi. Dediği şekilde yaptım. Bu olayı hiç unutamıyorum. O zattan Allah razı olsun.
“ORUÇ TUTMAYANLAR SAHURDA YİYENLERDEN KALANLARI YER”
Askerde ilk Ramazan ayı geliyordu. Bizim bölük komutanı mız Yüzbaşı Vedat Tuğcu'ydu. Aynı zamanda Emir Subayı olarak, karargahta bulunuyordu. Beni istemiş ve "acele gelsin" demiş. Vardım. "Evladım, sen hafızdın, değil mi?" Ben "Evet Komutanım" dedim, "şimdi seni Alay Komutanına götüreceğim. Sorduklarına iyi cevap ver" dedi. Alay Komutanı'nın odası hemen bitişiğindeydi. Kapıyı vurdu, içeriye girdi. "Askeri getirdim, komutanım"dedi. Yüzbaşının bana anlattığına göre, Alay Komutanı, Ramazan Ayı'nda askere teravih namazı kıldırabilecek birisini sormuş. O da kendi bölüğünde bu işi yapabilecek birisinin olduğunu söyleyerek beni çağırmış. Alay Komutanı'mız Yarbay'dı. Adı Muammer Ülgen'di. "Nerelisin evladım?" Dedi. "Konya'lıyım, komutanım" dedim. Ooo Çok iyi, ben de Konya'lıyım. Kuleli Askeri Lise'sini orada okudum. Konya'yı çok sevdim. Onun için ben de Konya'lıyım" dedi. "Bak çocuğum Ramazan yaklaşıyor. Bu eratın oruç tutması ve teravih namazı kılması lazım. Seni bu iş için görevlendiriyorum. Yanına güzel okuyanlardan üç hafız daha bulacaksın. Namazdan önce mukabele okuyacaksınız. Sırayla birer gün okursunuz. Yemek sahurda yenecek. Oruç tutmayanlar artandan yiyecekler. Eğer sağ olursam ve burada kalırsam, bu alaya elektrik getirdim, hamam yaptırdım, bir de cami yaptıracağım. Şu anda cami olmadığına göre namazı nerede kılabiliriz?" Dedi.
“TAM KIBLEDE BÜST VAR. NE YAPALIM?”
Çayırlık hem geniş hem daha temizdi. Orasının bu iş için uygun olduğunu söyledim. Çok uygun buldu. "Ama" dedi. "Tam kıblemizde büst var, ne yapacağız?" dedi. "Komutanım" dedim. Namaz esnasında üzerine bir bayrak örteriz. Sizin, merasimlerde üzerinde konuşma yaptığınız kürsüyü de mihrap yaparız olur, bir sakıncası yoktur" dedim. Çok heyecanlandı ve "Bravo" dedi. "Şu andan itibaren oradan gelip-geçmeyi yasaklıyorum. Etrafını çitle çevireceğim. O güne kadar tertemiz olacak. Sen hemen göreve başla" dedi. Çıktım. Bölük komutanıma uğradım, içerideki durumu anlattım. Çok memnun oldu. "Seni tebrik ederim, çocuğum. Hayırlı olsun, şimdi sen bu alayın imamısın" dedi. Alay komutanının dediği aynen gerçekleşti. Çok neşeli, rahat huzur içerisinde bir Ramazan geçirdik. Bayramdan birkaç gün önce komutan beni tekrar çağırdı. Bana "Evladım, bayram namazına ben de geleceğim, Alaydaki tüm Subayları da mecbur tutacağım. Eratla beraber bayram namazını kılacağız. Herkes bölüğüne dönecek. Namazdan sonra bir masa üzerine çıktım hutbe okudum. Çok duygulu bir hutbe oldu. Komutanlar dahil oradaki bulunan herkes ağlaştık. Saat 10:00 da herkes yerini aldı. Alay komutanı yanına üç tane tabur komutanlarını aldı, beni de çağırdı. Onlar komutanlar, ben de Alay İmamı olarak başlarında bölük komutanları, tüm bölükleri bayramlaştık... Güzel bir hoparlör teşkilatımız vardı. En sonunda ben bir Kur'an okudum, kısa bir dua yaptım ve merasim bitmiş oldu. Bu hadise 1955 senesinin Ramazan'ında olmuştu
- Bizim içinde sizin içinde en önemli konu olan vakfın çalışmalarına hizmetlerine geçmeden son olarak da şunu sormak istiyorum Hocam. Hatıralarınızın en ilginç bölümlerinden biri olarak gördüm. Erbakan’la yaşadığınız olay. Ders niteliğinde de bir hatıra. Bu ilginç vakıayı dinleyebilir miyiz?
“ETRAFINDAKİLER ALİ GÜNERİ’YE ÇOK KIZMIŞTI BENİM YÜZÜMDEN”
Daha önce bizi de siyasete çekmek isteyenler vardı. Ben izin vermedim. Siyasetle teorik olarak meşguldüm. Aktif siyasete girmeyi hiç düşünmedim. Beni de kendi anlayışlarına uygun gördükleri için beni zorladılar kabul etmedim. Anlaşılan bizi nötr hale getirmek istediler. O günlerde Konya basınında bir tartışma başlatmıştım. Özel sohbetlerimde anlatıp da bir türlü açığa çıkaramadığım görüşümü artık benim de piyasaya sürmem gerekiyordu. Fakat o günlerde Türkiye'de anarşik olaylar gittikçe yayılıyordu. Sadrettin Yüksel Hoca'nın oğlu o günlerde öldürülmüştü. Türkiye karışıyordu. Her grup öldürülen adamlarına mevlid okutuyordu. MSP'liler de öyle yapıyorlardı. Konya'nın Kapu Cami'nde bir mevlid okuttular. Beni davet etmediler. Ali Güneri bizi çağırmamıştı. Etrafındakiler onu kınamışlar. "Konya'nın birinci derecede bir hocasını neden çağırmamıştır" diye sorgulamışlar. Özellikle mevlidde benim olmadığımı çok fazla tenkit eden arkadaşlar olmuş.
“ERBAKAN HOCA ÖYLE İSTİYOR, BEN HOCA BÖYLE İSTİYORUM”
Ali Güneri arkadaşımız da, aradaki soğukluğu gidermeyi düşünmüş galiba o esnada Erbakan Hoca parti binasında basın toplantısı yapıyormuş. Ondan sonra gelip vakıfta beni ziyaret etmeyi planlamış. Benim bunlardan haberim yoktu. Araboğlu Makası'nda terziler pasajının açılışı vardı. Ben oraya gitmiştim. Açılışı ben yapmıştım. Açılıştan sonra doğru vakfa geldim. O sırada bir telefon geldi. Telefondaki genç, "Hasan Hocam!, Yerinizdeyseniz, Erbakan Hocam sizi ziyarete gelecek" dedi. Ben de ona: "Evladım, ben oraya gelirim, Erbakan Hocanın buraya gelmesine gerek yok dedim. O ısrar etti, ben de ısrar ettim. Sonunda o genç: "Ama Erbakan Hocam öyle istiyor" deyince, ben "o hoca öyle istiyorsa, ben hoca da böyle istiyorum" dedim. İşte bu olay kıyameti koparmaya yetti. Ali Güneri arkadaşımızın kendi kendine çevirdiği bu dolap yetmemiş gibi, hemen çıkıp doğru bizim İPA mağazamızın müdürlüğünü yapan Adil Küçük'e varmış. İki gözü iki çeşme: "Senin Hasan Hoca'nın yaptığını gördün mü? Erbakan Hoca ziyarete gelmek istediği halde kabul etmedi. Siz bu adamın yanında hala ne duruyorsunuz? O kim oluyor da Erbakan'ı kabul etmiyor gibi" bir sürü tahrik edici laflar etmiş. Tabi bizim Adil de buna kanmış. Olan bitenden benim yine haberim yok. Adil Küçük, avukat Hasip Şenalp ve Belediye Reisi Mehmet Keçeciler... Namazdan sonra benim hücrede oturuyoruz. Bana: "Hocam!, Dün Erbakan Hocam sizi ziyaret etmek istemiş, siz de kabul etmemişsiniz! Biz buna çok üzüldük. Sizin hocadan özür dilemenizi istiyoruz" dediler.
“ÖZÜR DİLETMEYE GELENLER, ‘UTANDIK’ DEDİLER”
Bunun üzerine sordum, "size bunu kim söyledi?" "Ali Güneri söyledi. Dün Adil Küçük'e gelmiş ve durumu anlatmış. O da bize anlattı" dediler. "O zaman siz bir hukukçu olarak, onu da, beni de dinlemeniz gerekmez mi? Beni dinlemeden üzülmeniz ve özür dilememi istemeniz uygun düşer mi?" diye sordum. "Doğru, sizi de dinlememiz lazım" dediler. Bunun üzerine onlara telefon hadisesini anlattım. Bu hadisede Erbakan Hoca'yı reddetmek diye bir şey yok. Sadece onun vakfa gelmesini istemediğim için kendisiyle orada görüşebileceğimi söyledim." Sordular, "peki, Vakfa gelseydi ne olurdu? Onu ağırlamaktan mı korktunuz?" "Hayır! Onun Vakfa gelmesini istemeyişim ondan ziyade Vakfın geleceği ile ilgilidir... Çünkü Hayra Hizmet Vakfı yeni kuruldu. Ayrıca büyük imkanlara sahip bir kuruluş da değildir. Bu vakfın gelişmesi, genişlemesi, ayakta durup hizmet edebilmesi için, yüzde 90 halkın yardımına ihtiyacı var. Konya halkı ise son derece muhtelif. Kendilerinin yardımına muhtaç olduğumuz bu taban, çeşitli partilere mensup insanlardan oluşuyor. Siyasi partiler ise halkı birbirine düşman ediyor. Şimdi biz vakıf olarak daha yeniyiz, güç biriktirme dönemindeyiz. Tam bu sırada Sayın Erbakan'ın bu kadar kuruluş varken onların içinden gelip Hayra Hizmeti ziyaret etmesi demek, bu vakfı daha doğarken halkın gözünde falanca partinin bir yan kuruluşu olarak tescillemesi demektir. Bu durumda, diğer partilere mensup kimseler bize cephe alacaklar ve yardım etmeyeceklerdir. Bunun adına "doğarken ölmek" denir. Böyle bir şeye ben izin veremem. Bu olay aslında iyi niyetli bir olay değildir. Kendisine boyun eğmeyen Hasan Hoca ve onun eliyle kurulan bir müesseseyi yok etmek, ya da ona boyuneğdirme olayıdır.""Sadece bu değil, Türkiye'de işin bir de resmi kurum ve kuruluşlar boyutu vardır. Sayın Erbakan'ın vakfı ziyareti gizli yapılmıyorki. Herkesin ve özellikle basının gözü önünde yapılıyor. Böyle bir ziyaret gerçekleştikten sonra biz, vakıf adına hiçbir resmi dairede işimizi yaptıramayız.
“BU KADAR KISA SÜREDE TÜM BUNLARI NASIL DÜŞÜNDÜNÜZ?”
Arkadaşlar!. Bir şeye dikkatinizi çekmek istiyorum..." Bilesiniz ki, Türkiye'de bizim gibi kuruluşların en büyük sıkıntısı şudur. Eğer halkın isteklerini gerçekleştirmeye çalışırsanız, Devleti darıltırsınız. Ve eğer Devletin istekleri doğrultusunda hareket ederseniz, halktan destek bulamazsınız. İşte bu iki kutup arasında kendinize bir yer edineceksiniz. Halkın % 90'nını karşı nıza alamayacağınız gibi, Devleti de karşınıza alamazsınız. Avukat Hasip Şenalp, "Hocam, bütün bunları o anda nasıl düşünüp te böyle cevap verdiniz, ben ona hayret ettim" dedi. O'na "Bunlar o anda değil, çok önceden hesap edilip düşünülmüş şeylerdir" diye cevap verdim. Başkan Keçeciler; "Durumun böyle olduğunu bilseydim, buraya gelmezdim. Mahcup oldum. Sizden özür diliyorum" dedi. Adil Küçük ise, "Ali Güneri bizi yanılttı. Çok yanlış bir iş yaptık" diye hayıflandı. Ali Güneri arkadaşımız aklıncan bir politika yapıp bizi sindirmek veya diskalifiye etmek istiyordu, beceremedi. Aramızda 1973'lü yıllardan beri devam edip gelen sürtüşme bu olayla doruğa ulaştı. Aramız iyice açıldı. O dönem Muhterem Tahir Hocam MSP milletvekiliydi. Benim de hem hocam, hem de bacanağım oluyordu. Bu olumsuz durumu ortadan kaldırmak için harekete geçmiş, pek çok insanı çağırmış bu arada beni de çağırdılar. Bir akşam Hoca'nın evinde toplandık. Konu açıldı ve bana sordular: "Neden, Erbakan hocayı kabul etmedin?" diye. Her şeyi olduğu gibi anlatınca Tahir Hocam bunun üzerine, "Muhterem arkadaşlar, bu ifadelerden anlaşılıyor ki, bazı şahısların dikkatsizliği neticesinde, böyle bir ortam oluştuğu anlaşılıyor. Bacanağım Hasan efendiden özür dileyelim ve bu işi burada bitirelim. Şubelerimizden Bursa ve Beyşehir Şubelerimizin merkezden bir tesirle kapatılmasının altında yatan sebepler işte bunlardı. Allah'a şükür ki bizim sabır ve temkinimizle bu iş çözülmüş oldu. Şimdi onlarla da herkesle de iyiyiz.
- Ve gelelim belki de bu söyleşinin bu sohbetin bizim için de Konya içinde en önemli anlarından biri. Hayra Hizmet Vakfı. Temelinde yatan düşünceyi, çalışmalarınızı, kuruluş hikayesini dünü bugünüyle kısacası her şeyiyle vakfı sizin ağzınızdan dinlemek isterim.
BİR İSLAM DEVLETİ DÜŞÜNÜR GİBİ KURGULADIM VAKFI
Hayra Hizmet Vakfı’nı ben sanki bir İslam devleti kuracakmış gibi tasavvurla, tüzüğünü de ona göre hazırladım. Faizsiz banka sistemini de ona göre hazırladım. Sonra baktım ki bu ulaşılması çok güç bir hedef. Fakat zaman içerisinde hayat şartları, insanların anlayışları bizimde kendimize göre yaşlanmamız ve bir takım şeyler hep beraber üzerine çullanınca ister istemez normal şartlarda çalışan bir hayır kurumu haline getirmek gerekti. Ticari müessesleri tasfiye ettik. Şu anda Hayra Hizmet Vakfı’nın elinde kalan normal şartlarda kaç öğrenciye burs verilebilir, muhtaç ailelere nasıl yardım edilebilir, yine kütüphanesi var. Kendisine has idame masrafları var. Bunların hepsini düşündüğümüzde kendi kaynaklarımız açısından normal şartlarda devam eden bir hayır kurumu olma noktasında. Eğer ekstradan bir çalışma yapılacaksa bir finansman bulma mecburiyeti var. Bu finansman da vakıflar açısından baktığımızda bulmak biraz zor. Tasarruflu ve dikkatli gitmek gerekiyor. Artık zengin bir adam olarak düşünün. Kendisine has bir gücü var. Bu güç içerisinde hem kendisi yaşayacak hem de başkalarını yaşatacak. Kendisine has kontrolü, çalışmayı gerektiren önemli bir müessese haline geldi. Kurumlar içerisinde burs adedinde ciddi bir rakamdayız. Ayni yardım, nakdi yardım, Kuran kursu binalarımızı diğer kurumların üzerinde. Hayra Hizmet Vakfı Konya’nın çatı kuruluşlarından bir tanesi olarak ifade ediliyor.
PEKİ KURULUŞ HİKAYESİ?
1972 yılında dernekler kanununda bir değişiklik olmuştu. Mevcut dernekler ellerindeki taşınmazları altı ay gibi kısa bir sürede satıp elden çıkartacaklar, sadece idarehane olarak kullandıkları binalar kalacaktı. Bu şekilde bir değişiklik yapılmıştı. Bu değişiklik yapılmadan 25 yıl önce kurulmuş olan "Cemiyet-i Hayriye" derneği, taşınmaz mal yönünden Konya'nın en zengin derneğiydi. Tüm mallarının kısa zamanda elden çıkartılması mümkün değildi. Ayrıca "Hafız Yetiştirme Derneği" adında bir dernek daha vardı. Süleymancıların elindeydi. O dernek onların elinden alındı. Yerine "Manevi Değerleri Koruma Derneği" diye bir dernek kurmak üzere bir hareket başladı. O günlerde Tahir Büyükkörükçü hocam Konya müftüsüydü. Doğal olarak böyle bir derneğin kurulmasından haberdar edildi. Hafız Yetiştirme Derneği'nin yeni Başkanı ise Ahmet Gürtaş idi. İlk görüşmede Tahir Hocam olumlu bakmıştı işe, ancak ne olduysa oldu, Hocam vazgeçti. Bendeniz de Hafız Yetiştirme Derneği'nin yönetim kurulunda bulunuyordum.
“İSTEMEYENİNİZ ÇOK DİYE LİSTEDEN ÇIKARTILDIM”
Ahmet Gürtaş bana, "Ya Hocam, Tahir Hocam neden vazgeçti? Ne yapmayı düşünüyor, bunu bize bir öğreniver" dedi. Bendeniz gittim, Hocam'la görüştüm. Bana ifadesi şu oldu: "Yeni kuracağımız dernek hem daha tanınmıyor, maddeten de zayıf olur. Biz bir grup arkadaşla İstanbul'daki "İlim Yayma Cemiyeti'nin" bir şubesini açmak istiyoruz" dedi. Ben de oradan çıktım, eniştem Terzi Cengiz'in dükkanına geldim. O listedeki adamlarla o iş asla yürümez. Ben bunu biliyorum. "Peki başka kimler var?". "Veysel Öksüz var, bir de Kağnıcı var" dedi. Ben hemen çıkıp doğru kağnıcı Hafız Ahmet'e geldim. Bir bahane ile ondaki listeyi de aldım. Geldim Veysel Öksüz'e. Ondan da aldım ve Ahmet Gürtaş'a geldim. Yaptığım çalışmayı anlattım, çok güldü ve sevindi. Biz hemen "Hafız Yetiştirme Derneği'nin Yönetim Kurulu'nu" topladık. Konuyu tartıştık, sonunda derneğin adını "Manevi Değerleri Koruma ve İlim Yayma Cemiyeti" olarak değiştirdik. Böylece başka alternatifleri engellemiş olduk. Ahmet Gürtaş hoca, seni de listeye aldım demişti. Fakat vakıf kurulduktan sonra benim ismimi listede göremedim. Ahmet Bey'e "Hocam, benim ismim yok" dedim. Hocam, "kusura bakma, senin ne kadar çok istemeyenin varmış, toplantıda senin adın okununca, pek çok kişi itiraz etti. Ben de yazamadım" dedi. Ben de "peki Hocam" dedim.
“MADEM İSTENMİYORUM, BENDE KENDİM YÜRÜRÜM”
Bahsettiğim kütüphaneyi kurduktan sonra, benim gençlerle diyaloğum hızla gelişti. M.T.T.B.'nin Konya şubesi açıldı, onlarla ilişkilerim arttı. Ülkücülerle de ilişkilerim çok iyiydi. Ayrıca halk arasında da, esnaf, sanayici ve öğrencilerle de ilişkilerim çok ileri safhadaydı. İmam Hatip Okulu'nda Kur'an öğretmeniydim. O vesile ile de ilişkilerim iyiydi. Çok okuyordum ve çok konuşma yapıyordum. Konya halkı arasında popülaritem çok yüksekti. Etrafımda genç nesil epeyce çoğalmıştı. Ben tek başıma karşılamakta zorlanıyordum. Şeyh Ahmet Efendi Çarşısı'nda bulunuyorduk. Bu gençlerin ihtiyaçlarını karşılayabilmek için bir kuruluşa ihtiyaç duymaya başladım. Baktım ki bu iş olmuyor, kendi kendime, "yahu Allah onlara akıl vermiş, bana da vermiş, Devletin kanunları var, onlara bu imkanı veriyorsa bana da verir. O halde ben de bir vakıf kurar, yoluma devam ederim diye düşündüm ve çalışmalara başladım. Şayet benim müracaatıma olumlu bir cevap verilseydi, vakıf kurmazdım. "Madem ki istenmiyorum, ben tek başıma bu işi götürebilirim, başkalarına da hiç gerek yok" demek zorunda kaldım. İşte "Hayra Hizmet Vakfı" böyle doğdu.
İSLAM DEVLETİ KURGULAR GİBİ KURGULADIM VAKFI
Günlerce uğraşıp, bir tüzük hazırladım. Tüzüğü, o güne kadar okuduğum ve araştırdığım eserlerden, bende meydana gelen Bir İslam Devleti'nin nasıl olması gerektiği düşüncesine uygun olarak hazırlamıştım. Kuracağım vakfın en azından bu düşüncemi test edebileceğim bir laboratuvar olmasını istiyordum. Şubeler olarak mahalli meclisler tasavvur ediyordum. Onların temsilcilerinden oluşan bir genel meclis düşünüyordum. Vakıf Divanı, Başkanlık Divanı isimleri ile yönetimi belirleyen divanlar düşünüyordum. Gelirler açısından faizsiz bir banka sisteminin nasıl olması gerektiğinin tespitini yapmıştım, bunu uygulamak istiyordum. Sosyal yardımlar için en önemli kaynak zekat tır. Bunu tek elde toplayıp sonra dağıtmayı düşünüyordum. Eğitim-öğretim konusunun nasıl olması lazım geldiğinin denenmesine inanıyordum. Vakfın ticari faaliyetlerle ne ölçüde ilgilenmesi gerektiğini denemek istiyordum. Vakfın iç ve dış politikasının müsbet manada nasıl olması lazım geldiğini denemek istiyordum. Evet, ben bunları düşünüyor ve pek çok şeyi de hayal ediyordum. Lâkin içinde yaşadığım toplumun bilgi, görgü ve anlayış seviyesini tahlil etmemiştim. Ortaya koyacağım uygulamaların bazıları belki bu toplumun 30 sene sonra anlayabileceği prensipler durumundaydı. Bunları tüzüğe lisan-ı münasiple derç ettim, zikrettim, yazdım. İlk hazırladığım tüzük böyleydi. Sonradan bazı maddeleri mecburen değiştirdim.
“YANIMDAKİ ARKADAŞLARI GENÇLERDEN SEÇTİM”
Hayra Hizmet Vakfı'nı kurarken, onu diğer hayır kurumları gibi klasik, bilinegelen bir hayır kurumu gibi değil, benim kafamda oluşan İslam Devleti imajının bir laboratuvarı olmasını düşünmüştüm. Tüzüğü bizzat kendimin hazırlaması bundandır. Vakfı kurarken sadece kendim kurucu oldum. Başka kurucular olsaydı, benim bu düşüncelerimin uygulanmasına karşı çıkarlardı. Zamanla öğrenip alıştılar ama, ilk dönemler çok sıkıntılı oldu. İlk karar defterlerine bakarsanız, orada arkadaşların epeyce sonra imzalarını görürsünüz. İlk kararların altında sadece benim imzam vardır. Beraber çalıştığım arkadaşlarımı özellikle gençlerden seçtim. Hem onları yetiştirmeyi hem de enerjilerinden faydalanmayı düşündüm. Eskimiş, yaşlanmış toplumdan pek çok şeyi alarak gelmiş insanların aklına yatmayan her şeye itiraz ettiğini bildiğim için, gençleri tercih ettim. İşte böyle... Benim düşüncelerime temel teşkil edecek tüzüğü hazırladıktan sonra, sıra vakfın ismine gelmişti. Burada en çok kaçındığım şey, gösteriş anlamında "riya"ya elverişli bir vakıf olmamasına dikkat etmekti.
“ÜÇ BEŞ KURUŞ VEREN YARDIM ETTİM DİYE TAFRA SATACAKTI, BUNA ENGEL OLMAK İÇİN…”
Çünkü hayır yapan insanların hemen hepsi ya isminin, yada anne babasının isminin zikredilmesini veya, değer verdiği bir şahsın ismini zikrettirmek istediğini gördüm. Buna karşıydım. Bir de ben gecemi-gündüzümü, enerjimi bilgi ve birikimlerimi ortaya koyduğum halde bu hiç itibar görmeyecek, fakat üç-beş lira yardım eden kimse, yardım ettim diye bize tafra satacak!.. Bunu da hiç mi hiç içime sindiremedim... O nedenledir ki vakfı kurarken de, vakfı kurduktan sonra da, hiç bir zengin adama gitmedim ve böylelerine yer vermedim, itiraf edeyim ki bunun bazı sıkıntılarını çektim. Ama Allah'a şükür ki onu aştım... Şimdi bazı vakıflar var. Onlar, ya bir siyasi parti cemaatine, ya bir tarikat cemaatine sırtlarını dayamışlardır. Bazıları da, uzun yıllar dernek olarak çalışmış, büyük imkanlar elde etmiş, sonra vakfa dönüşmüş güçlü bir imkanla çıkmışlardır. Bizim hiç böyle bir durumumuz olmadı. Her şeyimizle orijinal bir çıkışla doğmak istiyorduk, öylece de oldu. Vakfın ismiyle ilgili olarak arkadaşlarla müzakerelerde bulunduk, Pek çok isim belirlendi. Ama gönlüme uygun geleni henüz bulamamıştım. Ancak Kur'an-ı Kerim'de Bakara Suresi'nin 148. ayetinde "Hayırda yarışınız" ayetinin tefsirini Hamdi Yazır'ın Kur'an Dili tefsirinden okudum. Orada "Hayrın" çok güzel bir anlamı vardı. Onu aldım, hatta tüzüğün 5. maddesini bu anlayışı ifade etmek için yazdım. Mezkur ayetten "Hayır" kelimesini aldım. Rasulullah'ın bir hadisinde "Bir hayrın yapılmasına vesile olan kimse, hayrı yapan kimse gibi ecir alır" buyrulmaktadır. Buradan da bir takım hayırlara vesile olmanın bir hizmet olacağını düşünerek "Hizmet" kelimesini aldım. Ve "Hayra Hizmet Vakfı" ismini buldum. Gençlerden Hafız Nevzat Büyüksarıkulak ve Hafız Ahmet İyibildiren ile ben üçümüz notere gittik. Hatırladığım kadarıyla noter ücreti 300 TL. idi. Onu da bir yerden borç olarak almıştım.
- Ve son olarak da Kütüphaneniz hocam. En önemli kültür hizmetlerinden biri. Kısaca onun hakkında da biraz konuşup bu bizi büyüleyen sohbetinize ve söyleşimize son vermek istiyorum.
- Yorduk sizi teşekkür ederim Hocam…
“BUGÜN 60 BİN KİTAP VAR KÜTÜPHANEMİZDE”
Kütüphanenin kuruluşu 1969 yılında. Sonra gelişmeler devam etti. İlk mayası ben kendi kitaplarını getirip koydum. Ben Hayra Hizmet Vakfını kurarken elimizde bir sermayemiz yok. 1975 senesinde 10 bin lirayı kitap ve kütüphane malzemesi diye verdim. Hakim dedi ki bu vakfın gayesi çok geniş. Ama bu gayeyi gerçekleştirmek için tahsis edilen miktar çok zayıf. Bunu değiştir öyle kuralım dedi. Erenköy’de 2 bin metrekare bir arazim vardı. Orayı sattım buraya verdim. Vakfın kuruluşu böyle başladı. Bugün kütüphanemizde 60 bin civarında kitap var. Çalışma salonu var. Okumak isteyen insanın okuması, yazması, çalışması, araştırma yapması hepsi mümkün. Eski ve yeni kaynaklar mevcut. Kültür hizmetlerimizin temelini oluşturan, benim idealimi temsil eden kütüphanenin eser yönünden takviyesi, hizmet yönünden gelişmesi, araştırıcı ve okuyucuların ihtiyaçlarını karşılayabilmesi için üzerinde titizlikle durduğumuz önemli bir hizmet ünitemizdir. Yukarılarda anlatmıştım. 1969 yılında kurduğumuz bu bölüm, şu ana kadar gelişerek gelmiştir. Ancak modern bir kütüphane olması için projemiz hazırlanmaktadır. Finansman sağlanır sağlanmaz onu da gerçekleştireceğiz inşallah. Şu anda 60.000 ciltlik kitap arşiviyle, salonu, bilgisayarları, fotokopi ve tarama makinalarıyla hizmet vermeye devam eden bir kütüphanedir.”
YENİ HABER GAZETESİ