Mert Aslan

Mert Aslan

İran Ümmet-i Muhammed'ten Midir?

İran Ümmet-i Muhammed'ten Midir?

-I-

1979 Devrimi’ni uzun yıllar alkışlamış ve insanların İslam’a olan yakınlığını devrime olan yaklaşımına göre değerlendirmiş olan ben, zaman içinde birçok kez suratıma tokat gibi çarpan gerçeklerin sert ve soğuk etkisiyle kendime geldikten sonra susacak değildim. Artık şu soruya kendi içimizde dürüst ve makul bir yanıt bulmanın vakti gelmiştir:

“İran, Ümmet-i Muhammed’ten midir?”

Şuradan başlayalım:

İslam’da devletin mezhebi olmaz; ancak İran anayasasına bakarsanız devletin resmî mezhebinin “Caferî” olduğunu görürsünüz. Devlet kendine anayasal bir mezhep tayin ederse, o ülkedeki diğer mezheplerin mensupları hukuk önünde büyük sıkıntılar yaşarlar. Söz konusu uygulama bir yönüyle, ülkede yaşayan diğer mezhepleri resmî mezhebe katılmaya zorlamaktan başka bir anlam ve amaç taşımamaktadır. Müslümanlar arasında 14 asır önce çıkmış bazı iç çatışma ve katliamlardan beslenen bir kan davası ve mezhep taassubundan bahsediyoruz. Şia ekolünün büyüklerinin kendi kitlelerini Sünnîlere karşı devamlı kışkırtmak gibi bir günahı vardır. Başka bir deyişle, bir “lüzumsuz işler müdürlüğü” ihdas edilmiş durumdadır. Şöyle düşünelim: Atmış yıl önce biri çıkıp herhangi bir nedenden dolayı dedenizi dövmüş ya da öldürmüş olabilir. Şimdi siz her Allah’ın günü çocuklarınızı etrafınıza toplayıp yaşanan vahim olayı hatırlatarak:

“Bakın çocuklar! Bir zamanlar falanca adam dedenizin yanına gelip ona şöyle küfürler etti, ona şu şekilde vurdu, böyle işkenceler etti, kan revan içinde öldürdü, yerlerde sürükledi, kafasını kopardı…” filan diye olayı bütün ayrıntılarıyla dramatize ederek onları kışkırtırsanız elbette failden olduğu kadar hayatta olan torunlarından da nefret edecek, hatta bir intikam fırsatı kollayacaklardır.

Çocuklarınızdan birinin karşı tarafın torunlarının da olanlardan üzüntü duyduklarını öğrenip gereksiz kindarlık ve kışkırtmalarınıza karşı çıktığı zaman onu azarlama ve cezalandırma yoluna giderseniz, bağnazlığın dibine batmış olursunuz. 

İşte Şia Mezhebinin büyüklerinin yaptığı şey, tam olarak budur. Hiç kimse de çıkıp:

“Tamam da pek sevgili mollalarım. Onlar bugün sabahleyin olmadı. On dört asır önce olmuştu. Yaşanan olaylardan, bugün Sünnîler de rahatsızlık duyuyor. ‘Nasıl da Allah Resulü’nün neslini yok etmeye çalışmışlar? İnanılmaz bir zulüm yapılmış!’ diyorlar. Şimdi o katliamdan bu insanları sorumlu tutmak biraz insafsızlık olmuyor mu?’ demiyor.

Evet, Allah’ın Resulü’nün vefatından bir süre sonra mübarek torunlarına karşı saltanat hırsıyla ve tamamen haksız bahanelerle askerî bir operasyon yapılmıştır. Efendimiz’in torunları ve onların saflarında yer alan mü’minler kesinlikle haklı ve doğru yoldaydı. Haksızca, insafsızca, barbarca, zalimce katledildiler. Efendimiz’in mümtaz torunları olan Ehl-i Beyt’i çok sevdiğimiz için, Sünnîler olarak onlara karşı işlenmiş günahları hepimiz biliyor, kabul ediyor ve derin bir teessürle anıyoruz. Dolayısıyla, onları sevme ve yapılan zulümler karşısında acılarına ortak olma konusunda Şiilerden hiçbir farkımız yoktur. Buna rağmen, Şia önderleri eskiden beri olayları anlatıp anlatıp kendi kitlelerini Sünnîlere karşı kışkırtmaya devam etme, Müslümanları birbirine düşürme çabasını aralıksız sürdürmektedir. Bütün amaç, Şiileri çoğaltmak, güçlendirmek ve nüfuz alanlarını genişletmektir. Kime karşı savaşıyorlar? Dünyanın geri kalan her yerine karşı… Bir taraftan duydukları bazı korkular nedeniyle kendilerini sindirmeye çalışan batıya, diğer taraftan da liderlik ve insiyatifini ele geçirmek istedikleri Sünnî çoğunluklu İslam coğrafyasına karşı… O yüzden, bugün Suriye’de birazcık İslam ve bir tutam özgürlük istemekten başka suçu olmayan kendi halkına soykırım uygulayan kâfir ve zalim bir diktatörün ayakta kalmasını, onun devrilmesi halinde kurulması muhtemel Sünnî bir İslam devletine göre ehven-i şer olarak değerlendirerek subaylarını ve keskin nişancı devrim muhafızlarını oraya gönderip Sünnî Müslümanları ve masum sivil halkı katlettirmekte hiçbir beis görmüyorlar. O yüzden, Lübnan’da yıllardır besleyip semirttikleri Hizbullah örgütünü daha çok mazlum ve mustazafı öldürmelerine yardımcı olmaları için takviye katliam gücü olarak güney sınırlardan oraya sokuyorlar. O yüzden, başta Türkiye olmak üzere diğer bazı Sünnî İslam ülkelerinde sadece öldürerek ve öldürdüklerinin yaydığı matem ve korku havasıyla yaptığı reklam ve propaganda sayesinde ayakta duran bütün ayrılıkçı terör örgütlerine akla gelebilecek her türlü istihbarî ve lojistik desteği veriyorlar. Duyguları tamamen alınmış, katı pragmatik dış politikasının hedeflerinin gerçekleşmesine amade ajanları, fitne ve fesat çıkarmak, mevcut olanları alevlendirmek için İslam coğrafyasının her bir metrekaresinde cirit atıyorlar.

 

-II-

Veda Söylevi’nde Güllerin Efendisi’nin her çeşidini ayakları altına alıp ilga ettiğini beyan ettiği “kan davası”, elbette din dışı, akıl dışı, uygarlık dışı, ilkel bir tutumdur; oysa İran bize karşı on dört asır önce yaşanmış, üstelik bizim de açıkça karşı çıktığımız bir iç kavganın kinini ve kan davasını sürdürüyor. Biz her olgun Müslüman gibi atalarımızın savaştığı düşmanların torunlarıyla kavga etmek zorunda olmadığımızı biliyoruz. Benim atalarım ülkemizi işgal eden Yunanlılara, İtalyanlara, Fransızlara ve İngilizlere karşı da haklı olarak savaş verdiler. Bugün aynı işgal gerçekleşmiş olsa, tıpkı atalarımız gibi biz de canla başla karşı koyarız; ama ben o işgalcilerin torunlarına kin gütmek zorunda değilim. Çünkü ülkemi işgal edenler torunları değildi. Hiç kimse babasının ve dedesinin suçlarından sorumlu sayılamaz. Kaldı ki, dedesinin suçunu dürüstçe itiraf ediyorsa, hiç sorumlu tutulamaz. Hem sonra, yatıp kalkıp asırlar önce olmuş bitmiş bir kavganın lafını etmenin ne anlatana ne de dinleyene faydası vardır.

Ne yapacaksın on dört asır önce olup biteni? Sanki hilafetin sırasının belirlenmesinde bizim de rolümüz olmuş gibi, sanki Ehl-i Beyt’in öldürülmesinde bizim de payımız varmış gibi kindar bir tutum takınıyor olmaları bizce anlaşılabilir bir tutum değildir; ama bugün olan şey tam olarak budur. Hz. Ali’den önce başkaları halife olduysa, ben ne yapayım? Dünyaya on dört asır sonra gelmişiz, o günkü olayın bizimle ne ilgisi olabilir? Muaviye’nin adamlarına Ehl-i Beyt’in öldürülmesi talimatını biz mi verdik? Etrafta, yapılmış olan korkunç katliamdan dolayı mutluluk duyarak “Oh olsun!” diyen biri var mı? Allah’a sığınırız! Öyleyse on dört yüzyıldır ateşini körükleyip durdukları bu kin ve kan davası da neyin nesidir? Şu anki akidemiz ve zihniyetimizle o güne gidebilmiş olsaydık, elbette Ehl-i Beyt’ten yana tavır koyacak, kuşkusuz canavarların önüne dikilip kollarımız açacaktık! Peki Şiiler Ehl-i Sünnet’e niçin hala düşmanlık yapıyorlar? Niçin hala kin ve kan davası güdüyorlar? “Geçmiş çok geride kaldı, olanlar için hepimiz üzgünüz, lütfen unutalım. Artık bugüne ve yarına bakalım!” desek de, bu saatten sonra kimseye laf anlatamayacağımız ortadadır. Her toplum içinde düşmanlık duygularını besleyerek, toplumları birbirine düşürerek kinle ve kanla beslenen zümreler olduğu gibi, İran’da da mevcuttur. Maalesef bugün mevcut Şia kültüründe, “sünnî” ve “kâfir” kavramları semantik olarak birbirlerine çok yakındır ve bu durum, söz gelimi İran ve Irak’ta “sünnî” kavramına sevilmeyen birini tahkir etmek, horlamak, küçük düşürmek amacıyla kullanılan bir hakaret sözcüğü işlevi yüklenecek derecede ağır, kronik, sosyal bir patoloji halini almıştır. Hem de cinnet boyutunda…

Saf, temiz kalpli ve öbür taraftan bihaber oldukları için, Anadolu insanından bir kısmı İran’a tarafsız veya sempatiyle bakıyor olabilir; ama şimdi herkese soruyorum: İran sokaklarında Hz. Ebu Bekir’e, Hz. Ömer’e, Hz. Osman’a lanet ediliyor mu edilmiyor mu, sinkaf küfürler ediliyor mu edilmiyor mu? Haydi, biri çıksın, bu soruya “Hayır!” cevabı versin! Bilmiyorlarsa, ben söyleyeyim: Evet, İran’da bu yüce sahabilere sürekli lanet de ediliyor, beddua da ediliyor, ağıza alınmayacak galiz küfürler de! Garip olan şu ki, demin izah ettiğimiz nedenlerle Sünnîlerin kindarlık gibi bir derdi olmadığı için onların kendilerine karşı neler yapmaya çalıştıklarından da haberleri olmuyor. Hatta birine kızdıklarında bazen hakaret olarak “Yezid!” diye bağırıyor, öte yandan çocuklarına isim olarak “Ali”, “Hasan”, “Hüseyin”, hatta onların “Hasan Hüseyin”, “Hasan Ali” gibi değişik kombinasyonlarını koyuyorlar. İran’da, örneğin ismi “Ömer”, “Osman” ya da “Bekir” olanların her gittikleri yerde sorunla karşılaştıklarını bilmiyorlar. Yazdığım satırları okuyanlar arasında İran’a hâlâ hayranlık duyanlar varsa, önyargıyla kükreyip sövmekte acele etmesinler lütfen. Eğer ilk üç halifeden birinin ismini taşıyorlarsa, değilse yanlarına öyle birini alarak İran’a ya da Irak’ın güney bölgelerine gidip turist gibi değil iyi bir gözlemci olarak bir iki hafta dolaşsın ve her gittikleri yerde nasıl da sorunlarla karşılaşacaklarını kendi gözleriyle görsünler. Yemek yemek için bir lokantaya girerken önce lokantacıya kendilerini ismen takdim etsinler, bakalım yemekten sonra önlerine nasıl bir fatura gelecek? Özellikle Irak’ın Şii bölgelerinde bir camiye gidip “ellerini bağlayarak” namaza dursunlar bakalım, yanlarından geçenlerden birinin ellerine okkalı bir tokat vurmasından ya da secdeye vardıklarında popolarına tekme atmasından kurtulabilecekler midir? O bölgelerde böyle birinin başına gelebilecek en kötü ihtimal karakola ya da hapse düşmektir. Çünkü işkenceye uğraması kaçınılmaz gibidir. En iyimser tahminle söylersek, temiz bir posta dayak yemeden dışarı çıkamayacaktır.

Biri her gün yanınıza gelip akşama kadar size iltifatlar ederken, arada bir de dostlarınıza, sevdiklerinize küfürler etse, onu yanınızdan kovmamak için ne kadar sabredebilirsiniz? Hz. Muhammed’e iman edip övgüler düzerken, sevdiklerine küfür etmek olur mu? Allah’ın Resulü’ne içtenlikle iman etmiş, işkence ve ölüm ihtimalleri dâhil olmak üzere bin türlü riski göze alarak onun dizlerinin dibinde oturup yetişmiş, her adımında onun yanında bulunmuş, onun davası uğrunda her türlü dünya mülkü ve sevdasından vazgeçip defalarca onunla omuz omuza savaşmış, dahası sırf bu nedenle Kur’an’da bizzat Allah’ın kendilerini anarak övgülerini sunduğu o kutlu insanlara saygısızca, kalleşçe, alçakça hakaret, lanet ve küfürler savuran bir topluluk Hz. Muhammed’in ümmetinden sayılabilir mi? Kişisel olarak, buna “Evet” demekte büyük bir zorluk çekiyorum.

İster kabul edin, ister reddedin, İran İslam Alemi’nin bünyesinde iflah olmaz bir çürüktür.

 

Önceki ve Sonraki Yazılar
Mert Aslan Arşivi
SON YAZILAR