28 ŞUBAT’IN 17. YILINA GİRERKEN

Arif Tekeli

 

28 Şubat darbesinin üzerinden tam 16 yıl geçmiş. 17. Yılına giriyoruz. Sevinçler de acılar da zamanla unutulur fakat toplumsal travmalar böyle olmuyor. 28 Şubat gün geçtikçe biraz daha tazeleniyor zihinlerde. İnsanların farkındalıkları biraz daha artıyor. Özellikle darbenin yargıya intikal etmesiyle birlikte olay yeniden gündeme geliyor ve milletin adalete ve demokrasiye olan güveni de bir kere daha yenileniyor. 
Bu yıl 28 Şubat’ın hemen öncesinde darbenin sembol isimlerinden biri daha adaletle tanıştı. Sincan’da tankları yürüten Erdal Ceylanoğlu’na bu olayın sebepleri soruldu. Tabi kendince pek çok açıklama getirdi ama şunu demesi çok daha anlamlı olacaktı: “Pişmanım.” Bunu diyemedi. Deseydi tarihe not düşmüş olacaktı. 
Şu an Arap Uyanışı’nı yaşıyor coğrafyamız. Araplar kendilerine zulmeden jakoben liderlerine karşı hep birlikte bir karşı koyuş gösteriyor. Zamanında ciddi manada zulüm gördükleri bu firavunları bir nevi “söz milletindir” diyerek indirmeye çalışıyorlar. Arap ülkelerinde ne yazık ki bu mücadele kanlı geçiyor. Bahsettiğim firavunlaşan liderler halka karşı bırakınız silahı bombalar kullanıyorlar ve bu durum da çok kan akmasına sebep oluyor. Şimdi bu girişi neden yaptığıma geleyim. 28 Şubat’la bu çok alakalı hatta en baştan alırsak; 27 Mayıs’la, 12 Mart’la, 12 Eylül’le de alakalı. Hatta gerçekleşen darbeler kadar son anda engellenen pek çok darbe ve verilen muhtıralarla da alakalı. Mesela 9 Mart vakıası, mesela 27 Nisan muhtırası. Bunların hepsi Türkiye’yi de bugün Uyanış hareketlerini başlatan Arap ülkeleri gibi yönetilen ülkeler haline getirmek için yapılmış müdahale ve müdahale girişimleriydi. Bu darbe ve darbe girişimlerinin hedefleri hep aynıydı: millet ve onun söz hakkı olan demokrasi. Bu darbelerden herhangi birisinden sonra millet demokrasiden en ufak bir taviz verseydi belki bizler de Arap Uyanışı’ndaki ülkelerden herhangi biri gibi sırasını bekleyen bir domino taşı olacaktık. Çok şükür ki böyle olmadı. 
Bir örnek vermek istiyorum. 9 Mart vakıası buna verilebilecek iyi bir örnektir. 27 Msyıs’ın asıl lideri olan Cemal Madanoğlu amacına tam ulaşamayınca yol arkadaşları Doğan Avcıoğlu ve İlhan Selçuk gibi isimlerle birlikte 9 Mart 1971’de yeni bir teşebbüste bulundu. Bu teşebbüsün amacı Türkiye’de BAAS rejimi benzeri bir rejim kurmak ve Türkiye’yi sol-sosyalist ilkeler perdelemesiyle kendi krallığına ve hatta tiranlığına dönüştürmekti. Tabi bu böyle olmadı, engellendi. Ortaya çıkarıldı. Ortaya çıkarılmasında bugünkü Star Gazetesi yazarı dönemin Mit ajanı Mahir Kaynak büyük rol oynadı. Neticede Türkiye bir Saddam’dan bir Beşar Esed’den kurtulmuş oldu. 
Hangi darbeyi veya darbe girişimini inceleyecek olursak olalım taraflar aynıdır. Sadece isimler değişir, kavramlar değişir, siyasal görüşler değişir. 28 Şubat da bu darbelerden bir tanesiydi. 28 Şubat’ı farklı kılan darbeye ortam hazırlama sürecinin Nazlı Ilıcak’ın deyimiyle “post-modern” yöntemlerle yapılıyor olmasıydı. Bu yeni yöntemlerin başında medya geliyordu. Reha Muhtar’lar, Ali Kırca’lar, Uğur Dündar’lar, Zafer Mutlu’lar, Ertuğrul Özkök’ler ve daha niceleri. Medya bu darbenin kullandığı en büyük silahtı belki de. Hasan Mezarcı’nın bana göre hasta edildikten sonra kullanılması, Müslüm Gündüz, Ali Kalkancı gibi şarlatanlar eliyle yeni bir İslamcı algısı yaratılma gayreti sarf edildi. Güçsüz gösterilen iktidarlar ve hatta tüm siyasiler vesaire. Bu uzatılabilir, çok fazla örneği var. Mesela “Yeşil Sermaye” meselesi bunlardan biridir. İnsanların fişlenerek kategorize edilmesi ve belli bir grup iş adamının öcü gibi lanse edilerek bir başka grubun ihya olmasına zemin hazırlanması bu sürecin önemli politikalarındandır. 
Buradan başka bir noktaya geçebiliriz. 28 Şubat bir ekonomik darbeydi aynı zamanda. Daha sonra ortaya çıkacak olan banka hortumlama olayları tam da bu darbe sürecinde gerçekleşti. O kadar büyük bir vurgundu ki Türkiye’nin başına yeni bir düyun-u umumiye musallat oldu. Dışarıdan bakan dahi ithal eden bir ülke haline geldi o ekonomik vurgunla Türkiye. 
Yukarıda söylemiştim aslında tüm darbeler aynı hedef doğrultusunda yapıldı Türkiye’de. Sadece siyasi söylemleri değişti, aktörler değişti, mekânlar ve zamanlar değişti. Hedef, millet ve onun söz hakkı olan demokrasiydi. Buna kastedenlerse kendi tiranlığını yaratmak isteyen kişiler veya zümreler. Yine yukarıda söylediğim gibi Türkiye her seferinde demokrasiden taraf olarak bunlara bu imkânı vermedi. 28 Şubat’a karşı çıkış olarak mesela 3 Kasım 2002 seçimlerini gösterebiliriz. Millet o seçimde yüksek bir yüzdeyle o dönem sırf şiir okudu diye hapis edilen Recep Tayyip Erdoğan’ı seçti. Millet burada 1950’de de dediği gibi “Yeter söz benimdir” diyordu. 3 Kasım 2002 seçimleri gerçekten ilginç seçimlerdi. Mesela 28 Şubat’a karşı yeterince varlık gösteremeyen tüm o eski partiler baraj altına itildi. Seçimde meclise sadece Erdoğan’ın Ak Parti’si ile Cumhuriyetçi geleneğin CHP’si girebildi. Yine o seçimlerin dikkat çeken bir diğer yönü Cem Uzan idi. Yüksek bir oy oranı yakaladı. Bu da aslında milletin “yeni” olana karşı özlemi şeklinde okunabilir.
Neticede Türkiye bir musibeti daha atlatmıştı o seçimlerle fakat amacı şer olan durur mu, durmaz. Daha sonra onlarca darbe girişimi oldu, yine bir muhtıra yayınlandı vesaire fakat artık daha güçlü bir demokrasimiz var. Türkiye’de darbeler yargılanabiliyor artık. Türk halkı süreç içerisinde aslında bir uyanış hareketi sergiledi. Kanlı olmadı diyemeyiz çok canlar yandı 27 Mayıs’ta Başbakan katledildi, 12 Eylül öncesinde genç insanlar birbirini öldürdü. 28 Şubat öncesinde 90’lı yıllarda birçok faili meçhul oldu, Özal belki öldürüldü. Kısacası çok acılar çekildi fakat bugün PKK’nın dahi silah bırakabileceği noktalara gelindi. (“PKK’nın dahi” dememdeki sebep Ergenekon iddianamelerindeki darbeciler ile PKK arasındaki ilişkiler incelendiğinde daha iyi anlaşılacaktır.)