Akademinin, hali pürmelali

Prof. Dr. Önder Kutlu

Toplum, koro halinde Akademiye dair değerlendirmeler yapıyor. Kimileri olayı çözmüş ve doğru tespitler yaparken, kimileriyse kendi dar dünyasıyla olmadık yorumlara cesaret etmekte.

Yapılan değerlendirmelerin çoğunu hayret ve dehşet içinde takip ediyorum.

Anlamadığı akademik mevzular eleştirenlerden mi bahsetmek gerekiyor, yoksa küçük dünyasını aşan büyük işlerden dem vuranlarda mı…

Akademide kalite mevzusu öncelikli olarak ele alınması gereken bir konu. Buna dair YÖK ve devlet bir adım attı. Kalite konusuyla ilgilenmek üzere müstakil bir birim oluşturdu.

Bu birim belirli standartlar ve kriterler dâhilinde değerlendirmeler yapıyor. Kendi yolunda ciddi bir mesafe aldığı söylenebilir.

Tabiiki eleştirenler de olacaktır, olmaktadır.

Onlara da saygı duymak gerekir.

Beni asıl rahatsız eden konu Mevlana’nın hikâyesinde geçen Fili tarif edenler. Adam tutmuş filin bacağını illa da ‘bu’ diyor.

Oysa akademi ve üniversite o kadar basit değil.

İlim, irfan kültürümüzü bilmeden, olayın üniversal boyutlarını değerlendirebilecek entelektüel kapasiteye sahip olmadan her söylenen boş, her konuşulan yersiz.

Bugün üniversitelerimizde nitelik ve nicelik itibariyle yetersiz kişilerin görev yaptığı eleştirisi yine yaygın biçimde dillendiriliyor.

Haksız sayılmazlar doğrusu çoğu mevzuda.

Üniversiteler bir nicelik sorunu olarak ele alınmamalıdır. Her söyleyenin her sözüne de itibar edilmemelidir.

Akademik yayın ve yabancı lisan konuları başta olmak üzere genç akademisyenler tarafından her şeyi otomatikleştirme, basitleştirme ve sıradanlaştırma talepleri yoğun biçimde dillendiriliyor.

Hızlıca yükselmek istiyor gençler; ama ne kadar yeterli olduklarına bakmadan.

Herkes tüm akademik unvanları almak zorunda değil. Her başlayan araştırma görevlisi bir gün profesör olmak durumunda hiç değil.

Maalesef akademi diğer bürokratik kadrolar gibi değerlendirilince toplumsal bozulma daha da derinleşiyor.

Doçentlik sınavlarında sözlü aşamasının kaldırılması mesela.

Medyaya yansıyan haberlerden anlıyoruz ki para karşılığı tez yazdırma, makale kaleme aldırma, kendisi adına çalışma yürüttürme birileri için sıradanlaşmış.

Sahta doktor, sahte diploma, sahte akademisyen haberlerinden geçilmiyor. Bu, bütün bir camiayı töhmet altında bırakıyor.

Doçentlik sözlü aşamasında, şahsın beyan etmiş olduğu çalışmaları kendisinin yapıp, yapmadığı test edilirdi. Akademik seviyesi ölçülürdü.

Ayrıca, son yıllarda doçentlik sınavlarının sesli ve görüntülü olarak kaydedilmesini talep eden adaylara bu hak tanınırdı. Olur da bir haksızlık vuku bulursa adalet nezdinde hakkını arayabilsin diye.

Tam işler rayına oturdu, doçentlik sınavlarında objektiflik sağlandı. O noktada sözlü aşaması kaldırıldı.

Bürokrasiyi, amiri, memuru, öğretmeni, doktoru eleştiriyoruz. Yetersiz diyebiliyoruz.

Oysa onları eğiten, öğreten, yetiştiren mekanizmayı sorgulasak daha iyi olmaz mı?

Üniversitelerin üç temel katkısı var: Eğitim – öğretim, Araştırma – geliştirme ve Toplumsal hizmetler. Bunların her biri kendi içinde değerli.

Tüm akademik personeli daimi kadrolara atama garabeti bunun bir parçası. Araştırma görevlisinden, profesörünü kadar herkes sözleşmeli olmalıdır.

Çalışmayan, üretmeyen, katkı sağlamayan asalak tipler nerede olursa, olsun temizlenmelidir.

İyiyi, kötüden; çalışanı, çalışmayandan ayırt etmezseniz adalet sağlanamaz.

Üniversitelerde fedakârca hizmet sunmaya çalışan o kadar değerli akademisyen mevcut ki, onlar da bu eleştirilenden haksız yere nasiplerini alıyorlar.

Kuru, yaşı da yakıyor…

Komünizm gibi herkes taltif ediliyor, böylece hiç kimse taltif edilmemiş oluyor.

Mülkiye’de hocam olan İlber Ortaylı’yı elitist görüp, eleştirirdim. Haksız sayılmadığını üzülerek anlamış bulunuyorum.

En az bir yabancı dili okuma, yazma, anlama ve konuşma boyutlarında bilmeyenden akademisyen olmaz.

Her yıl sürekli ve düzenli olarak yayın yapmayandan akademisyen olmaz.

Herkese her unvan verilmek zorunda değil.

İşe üniversiteden başlanmazsa, atılacak diğer tüm adımlar başarısız olacaktır.

Böyle düşünüyorum…