Arkadaşım

Osman Uzunkaya

Bir hastane odasında tanışmıştık onunla. İlk karşılaştığımızda hemşeri olduğumuz ortaya çıkınca daha yakın bir bağ kurmuş, sonrada arkadaş olmuştuk. Hastanenin otelden farkı yoktu. Temiz, ferah ve genişti. Benim yatağım odanın girişine yakındı. Onun yatağı ise hemen pencere kenarındaydı. Oda da ikimiz kalıyorduk. Bir birimize yardımcı olduğumuz için, eşlerimizim refakatçı olma isteğini “gerek yok!” Diyerek geri çevirmiştik.

Hastane ortamında yaşamanın bazı zorlukları vardı. Burada olduğunuz sürece beslenme düzeniniz, uyku ve aktiviteniz bozuluyordu. Bunun yanında stres ve ilaç kaynaklı yan etkilerin yaşanması olağan şeylerdi. Bir taraftan tedavi oluyor, diğer taraftan fiziksel ve duygusal dengenizi kaybetmekle yüz yüze geliyordunuz. Bu tür etkenlerden olsa gerek, arkadaşım bazen hiç konuşmazdı. Gözlerini sabit bir noktaya diker, kendi kendine bir şeyler mırıldanırdı. Onun bu hali normal mi, yoksa anormal miydi? Sorunun cevabı onun içgüdüsel ve ruhsal durumunda saklı olmalıydı.

Arkadaşımın Dünyalar güzeli Şebnem adında bir kızı vardı. Üniversite de okuyan bu kız, bir gün olmazsa ertesi gün mutlaka babasının yanına uğrar, onun hal ve hatırını sorardı. Babası kızına, “Prensesim!” diyerek sıkıca sarılır, ağlamamak için kendini zor tutardı. Bu sevgi tüm ebeveynlerin evlatlarına karşı beslediği saf ve masum bir evlat sevgisinin tezahürüydü. Dilinden düşürmediği, “prenses” i onun yaşama gayesiydi. Tek istediği kızının mürüvvetini görmekti. “Ahir ömrümde bir de torun sevgisi tatsam başka bir şey istemem!” Diye dilekte bulunur, dualar ederdi.

Yağmurlu bir kış gününde ısrarla çalan telefonumu açmamla Şebnem’in ağlamaklı sesini duymam bir oldu. Şebnem telefonun öbür ucunda hıçkıra, hıçkıra; “Amca babamı kaybettik” Diye ağlıyordu. Çok üzülmüştüm. Hemen kabristana gittim. Camii avlusunda cenaze namazı için saf tuttum. İçim hüzün doluyken, orada bulunanlarla birlikte arkadaşımı ebedi âleme uğurladım. Eşi ve kızı Şebnem’e, “Başınız sağ olsun, çok üzgünüm.” Diyerek taziye diledim. Onlara veda edeceğim esnada, arkadaşımın eşi; “ Aziz bey! Kadir ölmeden önce bu mektubu size vermemi söyledi” Dedi. O mektubu elime uzatıp sonra da kızıyla yanımdan uzaklaştı.

O mektupta bana ne yazmış olabilirdi. Çok merak ediyordum. Camii şadırvanına oturup zarfı açtım ve mektubu okumaya başladım. Mektupta şunlar yazıyordu: “Aziz bey kardeşim, siz bu mektubu okuduğunuzda belki ben çoktan toprağa gireceğim. Senden bir isteğim var, o da şudur; kızımı senden başka emanet edecek kimsem yok! Kızımı münasip bir delikanlıyla evlendirir, ona baba gibi olmasa da, bir amca olarak kol kanat gerersen çok memnun olurum. Bunu yapacağından emin olarak şimdiden sana teşekkür ediyorum. Arkadaşın Kadir Laloğlu.”

Mezarlıktan eve gelene kadar, arkadaşımın bana emanet ettiği kızı Şebnem’i düşündüm. Eve geldiğimde oğlum Kerem’i annesiyle sohbet ederken buldum. Cebimden çıkardığım mektubu eşime okumayı ve onunla paylaşmayı düşünürken; oğlum Kerem’in; “Babacığım seni kabristan da kız arkadaşımın babasının cenazesinde gördüm.” Dedi. Meğer oğlum Kerem’le Şebnem aynı sınıfta okuyorlarmış. Kerem’e olan biteni anlattım. Kerem gözleri parlayarak; “Babacığım; mezun olunca bende sizi Şebnem’le tanıştıracaktım. Onunla hayatımızı birleştirmek gibi bir niyetimiz var, tabi izniniz olursa.” Deyince, içim bir hoş oldu. Böyle bir rastlantı nasıl olabilirdi. Gözyaşlarıma mani olamadım. İçimi dolduran sevinçle, Allah’ım sen nelere kadirsin dedim sessizce.

Esenlik dileklerimle.