Baas’tan Şara’ya: Suriye

Can Ahmet Kılıç

Paylaşılan Topraklar, Bölünmüş Halklar: Orta Doğu’da Dağıtılan Güç

Orta Doğu’daki siyasi istikrarsızlığın tarihsel kökenlerine inildiğinde, Birinci Dünya Savaşı sonrasında bölgeyi yeniden şekillendiren Sykes-Picot Anlaşması kilit bir dönüm noktası olarak karşımıza çıkar. 1916’da İngiltere ve Fransa arasında imzalanan bu gizli anlaşma sonucunda Suriye, Fransız manda yönetimi altına girmiştir. Fransız hâkimiyeti, İkinci Dünya Savaşı’nın ardından Batılı devletlerin Arap ülkelerine kademeli olarak bağımsızlık tanımalarına kadar sürmüştür. Bu süreçte sömürge sisteminin çözülmesiyle birlikte Irak, Suriye ve Lübnan gibi yeni devletler ortaya çıkmıştır. Ancak Lübnan ile Suriye, tarihsel, sosyolojik ve mezhepsel açıdan birbirinden bağımsız düşünülemeyecek ölçüde iç içe geçmiş iki yapıdır. Lübnan’ın toplumsal dokusu içinde önemli bir yer tutan Maruniler, Hristiyan-Arap bir topluluk olarak özellikle Fransızlar tarafından uzun yıllardır desteklenmiştir. Fransızların bu topluluğa olan ilgisi, 19. yüzyıldan itibaren Marunileri Haçlı Seferleri’nin tarihsel mirasının bir uzantısı olarak görmelerinden kaynaklanmaktadır. Bu bakış açısı, Fransızların Maruniler üzerindeki koruyucu tutumlarını günümüze kadar sürdürmelerine neden olmuştur. Bununla birlikte, Suriye ve Lübnan birlikte değerlendirildiğinde Hristiyanların bölgede nüfus bakımından azınlıkta olduğu görülür. Batılı güçler, bu demografik dezavantaja rağmen Marunileri siyasal olarak güçlendirme amacıyla Lübnan adlı ayrı bir devletin kurulmasına öncülük etmiştir.

Suriye-Lübnan ilişkileri ise tarih boyunca “tek millet–iki devlet” anlayışının ötesinde bir bütünlük algısıyla şekillenmiştir. Suriye yönetimi hiçbir zaman Lübnan’ın ayrı bir devlet kimliğine sahip olmasını kabullenmemiştir. 1970’ler ve 1980’lerde Hafız Esad yönetimi, Lübnan üzerinde belirgin bir etkiye sahipti ve ülkenin yaklaşık üçte birini fiilen kontrol altında tutuyordu. Suriye’de ise nüfusun çoğunluğunu Sünni Araplar oluşturmasına rağmen, Batılı devletler burada da kendi çıkarlarına hizmet edecek olan grupları ön plana çıkarmıştır. Bu doğrultuda, Türkiye’deki Alevilerden tamamen farklı ve İslam’ın temel esaslarından ciddi sapmalar gösteren, sapkın “Nusayri” Arap Alevileri, Baas Partisi çatısı altında iktidara taşınmıştır. Baas Partisi’nin pan-Arabizm ve Arap milliyetçiliği temelleri üzerine inşa edilen ideolojik çizgisi, seküler ve ulusalcı bir nitelik kazanmış, bu durum dönemin toplumsal yapısı ve uluslararası konjonktürüyle birleşerek partinin hızla güçlenmesini sağlamıştır. Bu ideolojik dalga yalnızca Suriye’de değil, Irak’ta da etkisini göstermiş ve Saddam Hüseyin’in Baas lideri olarak yükselmesine zemin hazırlamıştır. Ancak bu süreçlerin ardında, Batılı devletlerin bölgedeki nüfuzlarını korumak amacıyla demografik olarak azınlıkta bulunan toplulukları iktidara taşıma stratejisinin bulunduğu unutulmamalıdır. Suriye’nin toplumsal yapısı yalnızca Sünniler ve Nusayrilerden ibaret değildir; Hristiyanlar, Dürziler ve Asuriler gibi birçok farklı etnik ve dini grup da tarih boyunca ülkede varlık göstermiştir. Bu çeşitlilik, tarih boyunca Sünni çoğunluk üzerinde sürekli bir baskı unsuru haline gelmiştir. 1980’lerde Hama şehrinde İslami grupların Hafız Esad rejimine karşı başlattığı protestolar bu gerilimin bir yansımasıdır. 1982’de rejim güçlerinin Hama’yı kuşatarak ağır top atışlarıyla bastırdığı isyan sonucunda yaklaşık 40.000 kişi hayatını kaybetmiştir. Bu olay, Suriye’de Baas’ın otoriter yapısını ve toplumsal muhalefete karşı gösterdiği sert tutumu sembolize eden önemli bir dönüm noktası olmuştur.

Suriye İç Savaşına Giden Süreç ve Rejim Dinamikleri

1990’lara gelindiğinde Hafız Esad yönetimi, siyasal ve askerî anlamda gücünü büyük ölçüde Sovyetler Birliği’nden almaktaydı. Ancak 1991’de Sovyetler’in dağılmasıyla birlikte rejim uluslararası düzeyde önemli bir koruyucusunu yitirdi ve dış destek açısından savunmasız hale geldi. 2000’li yıllara gelindiğinde ise Esad ailesi içinde beklenmedik bir değişim yaşandı: Devlet başkanlığına hazırlanan büyük oğlu Basil Esad’ın trafik kazasında ölümü üzerine, Londra'da göz doktorluğu yapan ve siyasetten uzak bir profil çizen Beşar Esad, apar topar ülkeye getirilerek devlet başkanlığı koltuğuna oturtuldu. Yeni dönemin ilk yıllarında, hükümete yakın aydın çevreler rejime reform çağrısında bulunarak siyasal baskıların hafifletilmesini talep etti. Ancak bu talepler dikkate alınmadı. Nihayet 2011’de, Arap Baharı’nın bölgesel etkileriyle birlikte, Suriye’de halk ayaklanmaları başladı. Rejim bu protestolara son derece sert bir biçimde karşılık verdi; gösteriler, Mısır’dakinden dahi daha kanlı biçimde bastırıldı. Güvenlik güçlerine sivillere karşı ateş açma emri verilmesi, Suriye ordusu içinde bile rejime yönelik ciddi bir rahatsızlık yarattı. Bu süreçte ordudan ayrılan unsurlar “Özgür Suriye Ordusu” (ÖSO) adı altında örgütlenerek silahlı muhalefeti başlattı. 2011-2013 yılları arasında muhalif gruplar ABD ve Türkiye başta olmak üzere çeşitli ülkelerden destek aldı.

2013’e gelindiğinde Halep —Suriye’nin ekonomik ve demografik merkezlerinden biri— muhaliflerin kontrolüne geçti. Şam’ın birçok bölgesinde de rejim otoritesini yitirmişti. Bu gelişmeler, Esad rejiminin kimyasal silah kullanmasına yol açtı. ABD Başkanı Barack Obama, daha önce “kırmızı çizgi” olarak tanımladığı kimyasal silah kullanımını engelleme sözü vermiş olsa da, uluslararası toplumun tepkisi sınırlı kaldı. Aynı dönemde ülkenin kuzeydoğusunda Kürt unsurlar tarafından YPG yapılanması oluşturuldu. El-Kaide’nin uzantısı olan El-Nusra Cephesi ve sonrasında ortaya çıkan DEAŞ gibi örgütler de bölgedeki güç boşluğundan faydalanarak etkinlik kazandı. Bu durum Batılı devletlere terörle mücadele bahanesiyle bölgeye doğrudan müdahale etme fırsatı sundu. ABD öncülüğündeki koalisyon, Rakka ve Musul gibi kentleri DEAŞ’tan temizlerken, meskûn mahal muharebesi kurallarına riayet etmeden şehirleri büyük ölçüde tahrip etti. 2014-2015 döneminde Rusya sahaya aktif biçimde dönerek Esad rejimine hava desteği sağlamaya başladı. Muhaliflerin zayıf hava savunma kapasitesi, Rus hava operasyonlarını son derece etkili kıldı. Halep’in rejim kontrolüne yeniden geçmesi, şehrin neredeyse tamamen yıkılması pahasına gerçekleşti. 2016 itibarıyla rejim ülkenin büyük kısmında yeniden kontrolü sağlamış olsa da kuzeydoğudaki YPG varlığına doğrudan müdahale edemedi. ABD ve Rusya’nın güney sınırımızda YPG’yi Türkiye’den korumak amacıyla ortak devriyeler yürütmesi, dünya harp tarihinde eşi benzeri görülmemiş bir örnek teşkil etti.

Türkiye açısından ise bu dönem ciddi güvenlik sorunları doğurdu. 15 Temmuz 2016 darbe girişimi öncesinde Türk Silahlı Kuvvetleri içindeki FETÖ yapılanması, sınır ötesi tehditlere karşı etkin bir mücadeleyi zorlaştırmıştı. Bu durum DEAŞ gibi örgütlerin sınır bölgelerinde güç kazanmasına neden oldu. Ancak Türkiye, darbe girişiminden kısa bir süre sonra Fırat Kalkanı ve Zeytin Dalı harekâtlarını başlatarak sınır güvenliğini yeniden tesis etti. Bu süreçte El-Bab çevresinde yoğun çatışmalar yaşanmış ve Türkiye çok sayıda şehit vermiştir.

Rusya’nın Zayıflaması ve Yeni Dönem

2022’de başlayan Ukrayna Savaşı, Rusya’nın askeri kaynaklarını önemli ölçüde tüketti. Cephede yaşanan kayıplar nedeniyle Moskova yönetimi, zaman zaman Kuzey Kore gibi ülkelerden insan kaynağı talebinde bulunmak zorunda kaldı. Wagner krizinin ve Afrika’daki çatışmaların da etkisiyle Rusya’nın Suriye’ye ayırdığı kaynaklar büyük ölçüde azaldı. Bu gelişme, Esad rejiminin en önemli destekçisini kaybetmesi anlamına geliyordu. Dolayısıyla rejim, insan gücü, teknoloji, istihbarat ve finansman bakımından ciddi bir çıkmaza girdi. Ahmed el-Şara önderliğindeki muhalif güçlerin son dönemdeki taarruzlarına karşılık verememeleri de bu zayıflığın en somut göstergesi oldu.

Ahmed el-Şara ve Yeni Yönetim Yapısı

Suriye’nin mevcut lideri Ahmed el-Şara, köklü ve entelektüel bir aileye mensuptur. Babası Hüseyin el-Şara üniversitede öğretim görevlisiydi; annesi de köklü bir Şam ailesindendir. Amcası Faruk el-Şara, 1980’lerde Hafız Esad döneminde dışişleri bakanlığı görevini yürütmüştür. Bu aile geçmişi, ülke içinde Şara ailesine önemli bir meşruiyet kazandırmıştır. Ancak yeni yönetim, devletin tüm kademelerini kendi kontrolü altına almak gibi bir strateji izlememektedir. Bu durum, 2003 Irak işgali sonrasında Saddam Hüseyin rejiminin tamamen tasfiye edilmesinin doğurduğu kaostan çıkarılan dersle ilişkilidir. Esad sonrası dönemde bu hataya düşmemek adına rejim, bürokratik sürekliliği koruma konusunda dikkatli davranmaktadır. Zira Şara’nın 1 yıl öncesine kadar liderliğini yürütmekte olduğu Hey’etü’t-Tahrîru’ş-Şam örgütünün El-Kaide geçmişi, hükümetin uluslararası kamuoyu tarafından “terörle bağlantılı” bir yapı olarak etiketlenme riskini artırmaktadır. Bu nedenle Şara yönetimi, zayıf olduğunu bilerek temkinli ve kademeli bir şekilde hareket etmektedir.

YPG Bölgesi ve Amerikan Politikası

Kuzeydoğu Suriye’deki YPG varlığı hâlen ABD’nin doğrudan desteği altındadır. Ancak Amerikan politikasının belirsiz doğası, özellikle Donald Trump döneminde sıklıkla gözlemlendiği üzere, bölgedeki aktörler açısından ciddi bir güvensizlik yaratmaktadır. ABD’nin ani politika değişiklikleri, YPG’nin uzun vadeli stratejilerini temkinli biçimde yürütmesine yol açmıştır. Her iki taraf da mevcut statükoyu koruyarak karşı tarafın hata yapmasını beklemekte ve doğrudan çatışmadan kaçınmaktadır.

İsrail–Suriye İlişkilerinde Güncel Durum

İsrail, dolaylı savaş (proxy war) stratejilerinde son derece deneyim kazanmış bir aktör olarak, Suriye’deki Dürzi topluluklar üzerinden rejimi zayıflatmaya çalışmaktadır. Hava üstünlüğünü elinde bulunduran İsrail, Şam’a yakın bölgelerde dahi operasyonlar düzenleyebilmekte, Suriye rejimi ise askeri ve ekonomik yetersizlik nedeniyle bu saldırılara sınırlı tepki verebilmektedir. 1967’deki Altı Gün Savaşı’ndan bu yana İsrail işgali altında bulunan Golan Tepeleri, uluslararası hukuk açısından hâlen Suriye toprağı olarak kabul edilse de fiilen İsrail kontrolündedir. Diplomasi tarihinde sıkça görüldüğü üzere, Golan meselesi de “Ortadoğu’nun buzdolabına kaldırılmış” çatışma alanlarından biri haline gelmiştir.

Muhaberat Kalıntıları

Esad sonrası dönemde yeni yönetim, Muhaberat yapılanmasının önde gelen isimlerini kamuoyuna ifşa etmiş, işkence ve katliamlarla tanınan bazı mensupları ortadan kaldırmıştır. Ancak örgütün taban kadroları hâlâ toplum içinde dağınık biçimde varlığını sürdürmektedir. Bu kesimler, fırsat bulduklarında yeniden kargaşa yaratabilecek potansiyele sahiptir. Zira rejimin dayandığı sosyolojik zemin, büyük ölçüde Nusayriler ve benzeri azınlık gruplardan oluşmaktadır. Dolayısıyla bu unsurlara yönelik sert bir müdahale, halihazırda kırılgan olan Suriye toplumunu yeni bir iç çatışma sarmalına sürükleme riski taşımaktadır.

Orta Doğu Denkleminde Türkiye’nin Stratejik Konumu

Sonuç olarak, Orta Doğu’nun modern siyasi yapısı, tarihsel olarak dış müdahaleler, yapay sınırlar ve mezhepsel kırılmalar üzerine inşa edilmiştir. Suriye örneği, bu kurgunun bölgesel istikrarsızlık üretme kapasitesini en açık biçimde ortaya koymaktadır. Bu durum, zamanla iç dinamikleri tahrip etmiş; zulme dayanan rejimler toplumsal kutuplaşmayı derinleştirmiştir. Baas'ın siyasal güce taşınması, bu mühendisliğin somut bir yansıması olarak ülkeyi onlarca yıl sürecek bir baskı döngüsüne sokmuştur. Suriye’nin kurtulduğu bu rejim kendi iç sorunlarının değil, küresel güç rekabetinin ve batı emperyalizminin sonucudur. Türkiye açısından bu tablo, coğrafi yakınlığın getirdiği birlik ve beraberlik bilincini hatırlatmaktadır. Suriye, Irak veya İran fark etmeksizin, komşu ülkelerin ekonomik olarak güçlenmesi, toplumsal barışın tesis edilmesi ve siyasal istikrarın sağlanması, Türkiye’nin güvenliği ve refahı için stratejik bir gerekliliktir.

Zira devletler en istikrarlı ticari ve diplomatik ilişkilerini coğrafi olarak yakın ve huzurlu komşularıyla kurarlar. Bu bakımdan Türkiye’nin bölgesel politikası, yalnızca sınır güvenliğini değil, çevresindeki ülkelerin yeniden istikrara kavuşmasını da hedeflemelidir; çünkü sınırların ötesinde tesis edilecek barış, doğrudan Anadolu’nun refahına yansıyacaktır.