Batılılaşmak mı? Batılı aşmak mı?

Mehmet Toker

Avrupa'nın barbar halkları ve devletleri, Hindistan'a gitme hayali ile çıktıkları yolda, önce Amerika'yı, akabinde Batı, Orta ve Güney Afrika'yı akabinde de Avustralyayı keşfedip, sömürmeye başladığı yıllardan itibaren ciddi anlamda maddi bir zenginlik sağladı. Bu zenginlik ve maddi güç, sömürgeciliği daha da ilerletmek için daha gelişmiş savaş makinaları, daha gelişmiş ulaşım makinaları icat etmeyi de beraberinde getirdi. Buna Avrupa'da sanayi devrimi denildi. Osmanlı Devleti, batıdaki sanayi devrimine ayak uyduramadığı yıllardan bu tarafa adeta bir seçime zorlandı. Fransız siyasetçi Ernest Renan'ın "İslam terakkiye manidir" sözü, batıya mühendis olsun diye gönderdiğimiz ama gazeteci olup dönen Osmanlı'nın son dönem kalemşörleri tarafından, Türkiye kamuoyuna taşınmış bir fikir olarak karşımızda duruyor. Amerika ve Afrika kıtasının zenginlikleri, Kızılderililerin ve Afrikalıların kanı pahasına sömürülerek İngiltere ve kıta avrupasına taşındı.

Sömürgecilerin başını çeken İngiltere Krallığı okyanus ötesi topraklarda kendisine mûti sömürge kolonileri kurdu. Mesela, bugün bile Kanada, Avustralya, Yeni Zelanda ve benzeri ülkelerin devlet başkanları göreve başlarken, İngiltere kraliçesine bağlılıklarını ifade ederek yemin ederler. Bir anlamda batının terakkiden anladığı sömürerek zengin olma, yok ederek var olma, öldürerek yaşama anlayışını Osmanlı kabul etmedi, edemedi çünkü genetiğine uymuyordu. Zenginliğin getirmiş olduğu maddi refah, beraberinde daha fazla üretimi dolayısıyla daha fazla tüketimi tetikledi. Çünkü ürettiğiniz emtiayı tüketmediğiniz, satmadığımız zaman size maddi güç olarak geri dönüşü ve katkısı yoktur. İşte bunu keşfeden batı bu sefer sömürmüş olduğu toprakları ve topraklarını yada madenlerini sömüremediği diğer ülkeleri ve toplulukları pazar olarak kullanmaya ve farklı bir biçimde sömürmeye devam etti. Bu sömürü anlayışının fikirsel arka planına kapitalizm denildi.

Kapitalist batı her şeyi sömürünün bir argümanı olarak gördü. Bu kapitalist barbarlıkla, ülkelerin halkları, gençleri, kültürleri, duyguları, inançları, dilleri, medeniyetleri ve dinleri de sömürüldü. Kendisinin dışındaki yani sömüren değil de pazar olarak görülen ülkeleri 2. Dünya, sömürülen ülkeleri de 3. dünya ülkeleri diye  kategorize etti. Bu zaviyeden değerlendirdiğimizde, Ernest Renan'ın anlayışıyla, evet İslam terakkiye maniydi. Yani İslam, inançları sömürmeyi, ülkeleri sömürmeyi, insanların elindeki maddi imkanları zenginlikleri gasp etmeyi yasaklamıştı. Bu açıdan değerlendirdiğimizde İslam, başka insanların sırf kendi maddi çıkarlarımız için öldürülmesini yasaklamıştı. İslam'ın öngörmüş olduğu dünya, bütün insanların birbirine zarar vermediği sürece, beraberce yaşayabileceği bir dünya modeli idi. Bundan dolayı gerek Osmanlı, gerek Osmanlı öncesi İslam dünyasını temsil eden, farklı medeniyetler kurmuş olan devletler, tarih içerisinde hiçbir zaman için sömürgeci olmadı, olamadı.

Ernest Renan'ın bu görüşü, başta Namık Kemal ve dönemin Avrupa'da eğitim görmüş kalemşörleri tarafından mal bulmuş mağribi iştihasıyla, Osmanlı topraklarında dillendirildi. Osmanlı'nın tarih sahnesinden çekilmesinin akabinde, yerine ikame edilen Türkiye Cumhuriyeti'nin ilk 27 yılında bu görüş bir inanç ilkesi haline getirildi.  İlerlemenin yegane yolunun, İslam'ı terk etmekten geçtiği anlayışı bir devlet politikası olarak uygulandı.  Bir dayatma olarak gerçekleştirilen Harf inkılabının temel mantığı ve dayanağı da bu anlayıştı. Tekke ve Zaviyeler Kanununu, Şapka Kanunu, Kılık Kıyafet Kanunu, Takvim değişikliği ve benzeri yapılan bütün devrimlerin altındaki düşünce, terakki diye sunulan her icraatın perde arkası, bu cümlede özetleniyordu.  60 ihtilalinden sonraki yıllarda da bu anlayış, neredeyse toplumun her alanında gizli bir amentü gibi yaşatıldı. Eğitimizin, askeriyemizin, kamusal hayatımızın, bürokrasimizin temel felsefesi olarak bilinç altında sıcak tutuldu. İslam'a ait olan inancı, medeniyeti, kültürü, hayat anlayışını terk edersek, Avrupalılar gibi maddi açıdan zenginleyeceğimiz, toplumumuzun refah seviyesinin artacağı anlayışı hakim kültür kılınmaya çalışıldı.

 Bu düşüncenin günümüzde artık meyvelerini vermeye başladığını görüyoruz. Onuncu yıl marşı olarak bilinen, neredeyse İstiklal Marşı'nın önüne konulmaya çalışılan müzik eserinin güftesinde de ifade edildiği şekliyle; "on yılda onbeş milyon genç yaratılmıştı her yaştan..."  Kökleri ile bağı koparılmış, kültürünü, medeniyetini tanımayan, tarihine düşman gençler topluluğu....  Kâh sosyalizmin, kâh faşizmin, kâh liberalizmin, kâh feminizmin, kâh komunizmin, kâh sekülerizmin rüzgarıyla savrulan bir gençlik... Bugün geldiğimiz noktada artık fikirsel ideolojilerin de ötesinde tamamen günü birlik yaşayan, kapitalist, hedonist, mazoşist, sekülerist, vandalist ve egoist bir gençlik ortaya çıkarıldı. Kapitalist batı tarafından her şeyi sömürülen, batının her türlü pespayeliğini sorgusuz sualsiz, tutkuyla kabullenen,  batının pazarı haline gelmiş bir Türkiye gençliği. Harcadıkça, tükettikçe mutlu olan, maymun iştahlı, manevi değerleri ikinci, üçüncü plana atmış, kendi egosunu tatmin etmek için her yolu mübah gören bir gençlik... Ve maalesef gerek eğitim kurumlarımız ve eğitim ile iç içe olan diğer kurumlarımız, gençliğin bir pazar olarak sömürülmesinden rahatsızlık bile duymuyorlar. Hatta farkında bile değiller. Ve yahut bu sömürülmenin önüne geçmek için herhangi bir politika üretemiyoruz.

Geçtiğimiz hafta, Diyanet İşleri Başkanlığı'nın Mevlid-i Nebi haftasından (geçtiğimiz yıllarda bazı STK'ların yapmış olmasından da) esinlenerek organize etmiş olduğu üniversite gençliği arasında yapılacak olan Siyer-i Nebi yarışmasına, Türkiye genelinde 16.947 gencin başvurduğu bilgisi ile sarsıldık. (Bana sürpriz olmadı) Çünkü bu rakam sırf ilahiyat fakültelerinde okuyan gençlerimizin toplam sayısının bile neredeyse beşte biri. Bu demek ki; ilahiyat fakültelerinde bile Siyer-i Nebi yarışmasına beklenildiğinin çok çok altında başvuru gerçekleşmiş. Diğer fakülteleri varın siz hesap edin... Peki, 2018 yılında kapitalist, emperyalist batı tarafından pazarlama ve sömürü aracı olarak TV kanalizasyonlarında tertiplenen yarışmalara başvuru sayısına bir göz atalım. Örneğin, "O Ses Türkiye" yarışmasına 2018 yılında 80.000 kişi müracaat etmiş. Yani Siyer-i Nebi yarışmasına müracaat eden sayının beş katı. 2018 Survivor yarışmasına 250.000 kişi müracaat etmiş. Siyer-i Nebi yarışmasına müracaat eden sayının 15 katı. Peki bu yarışmalar bizim kültürümüzün veya bizim medeniyetimizin ürünü mü? Yerli ve milli kaynaklı mı? Elbette ki hayır... Batıda üretilmiş, Türkiye'ye ithal edilmiş ve ülke gençliğinin enerjisini, duygularını, hislerini sömürmeye yönelik yarışmalar. Bundan 3-5 yıl önce bu yarışmaları ithal eden kişinin,  tertip etmiş olduğu bir dans yarışmasında, kızı yarışmadan elendiği için kulisin kapısında hüngür hüngür ağlayan bir baba ekranlara yansımıştı. Geldiğimiz noktayı özetlemesi açısından çok çarpıcı bir fotoğraftı diye düşünüyorum. İslam'dan uzaklaştırılan Anadolu gençliği, Müslüman gençler, batının pazarı haline getirildi.  Batı hem maddi olarak, hem manevi olarak; hem gençlerimizi, hem ülkemizi sömürmeye devam ediyor. 2 hafta önce yazmış olduğum "Na alaka kanka? Ne Peygamberi?" başlıklı yazıma yüzde doksanı olumlu, yüzde onu olumsuz yüzlerce tepki gelmişti. Siyer-i Nebi yarışmasına bu kadar az seviyedeki başvuru, maalesef bu yazımızdaki tespitlerimizin ne kadar isabetli olduğunu bir anlamda ispat etti.

Artık gençlerimiz emperyalist ve kapitalist batının, pazarı haline gelmiş durumda. Acıkınca Amerikan fast-food zincirlerinde karını doyuruyor, üzerine Amerikan cafe zincirlerinde macchiatosunu yudumluyor, bir sonraki öğünde İtalyan pizza zincirinde açlığını gideriyor. Alman markalı ayakkabılar ve İtalyan yada Fransız modası elbiseler giyiniyor. Amerikan içecekleriyle serinliyor, üzerine Avrupa yada Amerikan markası sigarasını yakıp keyfine bakıyor. Elinde zaten Amerikan markası cep telefonu, gözünde İtalyan veya Fransız markası gözlükleri,  kolunda İsviçre markası saati, üzerinde Fransız parfümünün kokusu, kulağında İngiliz şarkıcıların şarkısı,  gönlünde batı yarışmalarına katılma hayali, zihninde egosunu tatmin etme arzusu ile tam bir batı pazarı olarak arz-ı endâm ediyor. Ve bunun adı çağdaşlık, modernlik olarak sunuluyor. Bunun yanı sıra gençlerimizin batılı provokatörler tarafından çok çabuk provoke edilebilmesi, ya da birtakım sapkın tercihleri çok çabuk tercih edebilmesi gösteriyor ki batılılaşalım derken batılı aşmışız haberimiz yok.

2002 yılından bu tarafa ivme kazanarak artan maddi refah, manevi rehaveti beraberinde getirdi. Önümüzde deist, ateist, sekülerist, vandalist olarak tanımlanabilecek büyük bir genç kitle duruyor. Yerli ve milli her türlü düşünceyi kötü gören, köklerine ait her türlü inanca saygısız, neyi ne adına yaptığının bilincinde olmayan bir gençlik ile karşı karşıyayız. Onun için Siyer-i Nebi yarışmasına başvurunun bu kadar az olması yadırganmamalıdır. Zira peygamber, siyer, kitap okumak, bunlar bizim köklerimiz de olan İslam kültürüne ait mefhumlar. 18-25 yaş arası gençliğin ancak yüzde birinin gönül dünyasında bu mefhumların karşılığı var. Sosyal medya ve televizyon, sömürgeci güçler tarafından iyi bir reklam/algı aracı olarak kullanılıyor ve gençlerimiz sağlam bir pazar haline getiriliyor. Dizilerle, filmlerle, yarışma programlarıyla, gençlerimiz bir anlamda tüketici olarak şartlandırılıyor. Hedonistliğine, egoistliğine yatırım yapılarak sağlıklı düşünmesi ve karar vermesi engelleniyor. Tektipleştirmek ve mankurtlaşmak için planlı programlı, aşama aşama uygulanan bir proje kapsamında   güdüleniyor. Algı dünyası farklılaştırarak, algıda seçiciliği kapitalistlerin istediği düzeye çekiliyor. Ve sömürülmeye hazır bir pazar haline getiriliyor. Her şeyi sınırsızca, futursuzca tüketen, manevi değerleri olmayan robotik bir tüketici... Yaşasın yeni dünya vatandaşı...

Yarışma, sadece yarışma değildir. Siz hâlâ anlamadınız mı?