BEKLEME SANATI

Hakan Bahçeci

Yaratılmış olanlar arasında belki de en çok biziz beklemeye muhtaç olan. Ömrümüzün ne kadar zamanı bir şeyleri ve birilerini ve birini ve bir zamanı bekleyerek geçiyor. Ve neden biz beklemekten bu kadar muzdaripiz…

            Beklemek, bile isteye dünya hayatından payımıza düşen nadir eylemlerden biri olsa gerek. Evet, “beklemek” bahsini açınca eylemden bahis açmış oluyoruz belki de. Beklemek dediğimiz çok kuvvetli ve zihni zorlayan çetin bir eylemdir. Beklemek dediğimiz zaman, öyle beyhude bir zaman geçirişten söz ediyor değiliz, beklemek eli kolu bağlı olmanın diğer adı filan da değildir. Beklemek, erdemli ve güçlü bir duruşa sahip olabilmeyi icbar eder.

            İnsanın, beklemek için sağlam bir iradeye sahip olmasını salık veriyoruz. Düşmemek, bırakmamak, bıkmamak gibi çetin savaşları göze alarak becerebileceğimiz bir duruştan söz açtığımız kesin. Doğan her insanın “ölüm” gerçeğinin idrakine vardığı andan itibaren bu mutlak gerçeği beklemeye başlaması ve bu yadsınamaz gerçeğe rağmen hayata dört elle sarılması, beklemenin anlamlı bir eylem olduğuna işaret etmeyecek mi?

Beklemenin özellikle insanoğluna verdiği sessiz ve derin güç, onun dünyayı imar, inşa ve ihya edebilmesine imkân sağlamıştır. Gerçi “pek aceleci” olan insanoğlu, dünyayı neredeyse çekilmez bir hale sokmuş, imardan çok imha, ihyadan çok itlaf telaşına ve yarışına kapılmıştır. Oysa dünyanın kendisi bile bekleyenler arasından bir varlık olarak, neticeyi beklemektedir.

Beklemek beyhude bir duruş değildir demiştik, öyledir nitekim. Beklediğimiz şeyin vaki olmasını gözetlerken evvela kendi iç dünyamızı tasarım ve tezyin etmek zorunda kalırız. Bitap düşmüş, yenilmiş, biçare bir kalbin beklemeyi başarabilmesi hiç de kolay değildir.  Beklemek, verilmiş kararın, alınmış bir niyetin arkasında bedenen ve ruhen durabilme cesaretini göstermektir.

Beklemek, sabırla olgunlaşır ve bir duruşun ifadesi olur. Kalbin teskin edilmesi, tüm gücüyle saldırıya geçmiş şüphe ve kaygının oklarıyla kendini kuvvetlendirmiş aceleci ordulara karşı konulabilmesi için beklemeyi öğrenmek, öğrenileni tatbik etmekten geçiyor.

İnsan olarak bizim bekleyişimiz asla teslim olmak demek değildir. İnananlar içinse beklemek vakte ve kadere rıza göstermenin bir yoludur. Sağlam bir nefis terbiye ve tezkiyesi, bilginin bilincinde bir bakış, sabırla talim ettirilmiş bir ruhun mücadelesidir beklemek… Sancısı ne kadar ağır ve acı olsa da vakti gelmeden sağlıklı bir doğumun olmasını istemeyen insanlardır beklemeye niyeti olanlar.

Bir aslanın avını yakalamak için titiz bir bekleyiş sergilediğini, bir filin zamanı gelince ataları gibi ölüler vadisinde son nefesini beklemesi gibi, Güneşin, tutulmak için Dünya ve Ay ile seyrini beklemesi gibi tam bir eylem ve hareket içinde olmak, beklemenin öylesine durmaktan çok daha ötede bir şey oluğunu söylemiyor mu?

 Seveni bekler insan, sevileni bekler. Yavuklusu günlerce, gecelerce yolunu gözler sözlüsünün. Gözlerini uzaklara sabitlemiş, camın arkasından kâh yağmuru, kâh fırtınayı kimi zaman puslu havaları takip ederek, gelme ihtimali olan birini beklemek, belki de “gelme” yoluna düşmüş gelenden çok daha çetin bir eyleme niyetlenmiş olmak değil midir?

Uğurladıklarımızın dönüşünü, geride bıraktıklarımızı bıraktığımız yerde bulmayı bekliyorsak, anlamsız ve beyhude bir çabaya girişmiş olduğumuzu kim iddia edebilir… Bilakis, büyük bir işe kalkışıyoruz, beklemek gibi…

Beklemeye niyetli ve kararlı, güçlü ve sabırlı bir kalbe ne çok ihtiyacımız var. Peygamberin hayatı izzetli ve şerefli beklemelerin izleriyle doluysa eğer, beklemek bizatihi sabrın bir şubesi olsa gerek… “Bu olgunluğa ancak sabredenler kavuşturulur, buna ancak hayırdan büyük bir pay sahibi olan kavuşturulur.”  Kur’an-ı Kerim