Bir yazar bir şair ve bir sarı yaprak

Hasan Ukdem
Sevgilinin avuçlarından düşen
 
Bir mektup gibi düştü bir sarı yaprak
 
Sonbaharın sırrını verdi usulca gönlüme
 
Dedim yaz ölmüş, hazan taziyede
 
Taşlarına sinmiş bir tarihi fısıldarken
 
Dünle bugünü buluşturuyordu Aziziye de
 
 
 
Bir yazar ile Konya’nın en eski sokaklarında, caddelerinde gezmenin keyfiyle, Bedesten’de yıkılmakta olan Mevlâna Çarşısı’ndan gelen iş makinelerinin sesini dinlemenin hüznünü içimde duyarak, karışık duygular yaşamaktaydım. Çay içmek isteğiyle, bir bankı gözümüze kestirip oturmak üzereydik ki tam oracıkta düşen kocaman bir sarı yaprak, beraber dolaştığım arkadaşım yazar Fatma Şeref Polat hanımın dikkatini çekti. “Ne kadar güzel bir yaprak, çok da düzgün, bakın hiç dağılmamış.” dediği anda ben de fark ettim o doğa harikası sarı yaprağı. Fatma hanım, “sizin önünüze düştüğüne göre şiir istiyor” diye konuşmasına devam etti. Yaprağın kendisi şiirdi zaten bana kalırsa. Sarının her tonunu içinde barındırıyordu. Avcumun içinden büyük hacminde bir zarafet vardı. Yaz boyu süzdüğü güneş ışınlarına yeşilliğini vermiş, sarının en güzel tonlarını almış bedenine nakşetmişti adeta.
 
 
Çarşının girişinde burnumuza gelen kahve çekirdeklerinin çekilmesiyle yayılan muhteşem kokunun da etkisiyle olsa gerek, birer kahve söyledik. Kahvelerimizi içerken yanı başımızda asırlık Aziziye Camisi’nin taşlarından asırlık bir muhabbet aktı içimize. Akşamın telaşına düşen insanlar ellerinde alışveriş poşetleriyle geçip gidiyordu etrafımızdan. Günün son ışıkları Aziziye’nin üzerindeki kümbetlerin bronz şerefelerine tatlı bir renk düşürmüştü. Biz ise kâh Selçukya Kültür Sanat Derneği’mizin faaliyetlerinden kâh günümüzün kâbusu covitten kâh okuduğumuz kitaplardan söz ediyorduk. Ne konuşursak konuşalım sarı yaprak ve Aziziye’nin gizlice fısıldaştıklarını duyumsuyor, hayatın faniliğini batan güneşte ve düşen yaprakta görüyorduk. Oysa Aziziye Camii asırları aşan güngörmüş tavrıyla anın güzelliğinin altını çiziyordu.
 
 
Dükkanların önleri çeşit çeşit ürünlerle doluydu. Esnaf kapı önlerine kadar çıkmış müşterileriyle ilgileniyor, günlük rızıklarının mücadelesini veriyordu. Bilmiyorum ki kaç kişi fark etmişti sonbaharın o güzelliğini? Hayata faydacı bir bakışın hâkim olduğu çağın insanları için ne ifade ediyordu mevsimler? Ağaçlar çiçek açmış ya da yaprak dökmüş çok mu önemliydi? Her sabah evden çıkılıp akşam eve dönmek en büyük gaye değil miydi? Televizyon dizilerinde bile olayların aksiyon gücüne bakıp değerler üzerinden bir eleştiri getirmeye gerek duymayan insanlar sokaklardaki ağaçların ne halde olmasına niye baksınlardı ki? Ağaçlar çağın insanına göre çok durağan bir görüntü vermiyorlar mı? Çağ hız çağı, zamanın ruhu durgunluğa uygun değil. Aksiyon gerek entrika gerek ihanet gerek o yüzden haberler bile kadın cinayetleriyle, kapkaçla, banka ve kuyumcu soygunlarıyla dolu. Diziler hakeza öyle. Yoksa seyredilmiyor, reyting alamıyor, yayından kaldırılıyor. 
 
 
 
Fatma Şeref Polat tarihi romanlar yazıyor, geçmişin önemli zamanlarının altını çiziyor. Hasan Ukdem şiirler yazıyor, aşka, sevdaya, hasrete, umuda notlar düşüyor. Düşen yaprağa, uçan kuşa, çiçek çiçek dolaşan kelebeğe mısralar döküyor. Bu şehrin kültürüne, sanatına bir şeyler katmanın sevdasına düşmüş yüzlerce insandan sadece ikisiyiz. Öylece oturmuşuz o yaprağın düştüğü ağacın altına, bir günün son saatlerine çayın, kahvenin kıvamını, demini ekliyoruz. Bir fabrika değiliz, bir fırın değiliz insanlara ekmek çıkmıyor bizden. Biz ilgiden yoksun ruhlara gıda üretmenin çabasındayız ama piyasada geçerli olan arz talep meselesi. 
 
 
Dünya savaşlara sahne olurken, virüslerle uğraşırken, sokaklarda kadınlar öldürülürken, yuvalar yıkılıp çocuklar sahipsiz kalırken, bizimkisi de hayalcilik işte! Öyle mi? Öyleyse gelin şu sorularıma bir cevap bulun: ya bütün bunların sebebi ruhların ihmal edilmesinden doğuyorsa? Ya ufak tefek şeylere dikkat etmemize engel olan çağın hızı insan fıtratına uymuyorsa? Ya her şeye maddeci bir bakış açısıyla bakan insanın aradığı şeyin maddede değil, eşyanın tabiatında olduğunu öğrenmesi gerekiyorsa? 
 
 
İnsan her şeye kolayca erişmemeli, ipek böceğini güçlü kılan, kozanın içinde verdiği mücadeledir. Eğer vaktinden önce kozadan çıkarırsanız, ipek böceğinin kanatları gelişmez ve hiçbir işini yapamaz. Küçük şeyleri hayal etmeden, mücadele vermeden elde eden insanlar, büyük şeylere sahip olduklarında mutlu olamazlar. Bir yaprağın düşüşündeki manayı görmezsek, asırlık camilerin ya da başka yapıların verdiği öğütleri de alamayız.
 
Bir yazar arkadaşınız olsun, bir şairle vakit geçirin ve kitaplarla aranızı soğutmayın. İşte o zaman yaşadığınız şehir bambaşka şeyler söylemeye başlar kulağınıza.
 
 
Sevgiyle kalın.