Birkaç Gül Demeti Ve Şaşkınlıklar

Sabit Talha Şahin

Gülümsemek, esasında yalnızca dudaklarınızda oluşan bir çeşit tebessümden ibaret değildir. Öyle ki, içinde barındırdığı onlarca duygu bazen anlamlandırılamaz. En güçlü kalemlerin tasvirleri bile bu hislerin insanlardaki oluşumunu ve onlara neler kattığını tam olarak yansıtamaz. Gülümsemek, hislere göre, karanlığı, umudu, sevgiyi ya da aydınlık gibi belki de yüzlercesini yansıtır. Zihinden geçen her bir cümlenin devamında getireceği tepki göz ardı edilip sonunda kendi istediğimiz gibi sonuca ulaşan olayları bir gülümseme eşliğinde sonlandırırız mesela. Eğer gayemiz iyilik ve doğruluğun savaşı içinse attığımız adımların zararsız olduğunu ve insanlık için de iyi bir şey yaptığımızı bilir, gülümsememizi öyle şekillendiririz. Ancak elde ettiğimiz şeyde bizim onu elde ediş yolumuz gibi karanlıksa, o zaman “şeytani gülümseme” olarak nitelendirilecek bir gülümseme yayılır dudaklarımıza. Hasedin karanlık dumanı damarlarımızdan içeri süzülür ve yavaşça yok eder bizleri. Bu yüzden, şu an attığımız adımın nereye gideceğini, ne için çabaladığımızı ve neden asla vazgeçmeyeceğimizi unutmamalıyız.

Minik bir çocuğun avucuna sıkıştırılmış iki demet gülü dikenleriyle kabul etmesi ve üzerinde diken olmamasına rağmen acı çektiğine dair bir yüz ifadesi oluşturması garipsendiğinde, ona epeyce soru sorulmuştu ancak o aralarından yalnızca bir tanesini cevaplamayı seçmişti. Bunun tebessümle ilişkisi neydi şu an çözülemiyordu belki, ancak son satırlar bu asma kilidin anahtarı olacaktı.

O soru şuydu:

“Gül sana zarar vermezken sen neden hâlâ üzüntüyle kıvranıyorsun?”

Onun cevabı ise bir çocuktan beklenmeyecek şekilde olgunca ve bir o kadar da yürek burkucuydu. İnsanların “naif kalbe sahip olmak” olarak yarattığı algıyı kırmak mı istemişti bilinmez ama açık olan bir şey varsa o da ne olursa olsun bu çocuğun ışığının parlaması yavaşça tüm kapı deliklerinden odalara sızacak ve kendini fark ettirip algısız bir dünya için adım atmaya çalışacaktı.

Küt kesilmiş saçlarıyla merak dolu bakışlarını kapatmaya çalışan ve başarısız olduğunu fark eden kadın, sorusunu yineledi:

“Neden?”

Bu sefer duraksamadan, sessiz kalmadan, karşısındaki minik konuşmaya başladı:

“Benim elime tutuşturduğunuz güllerde dikenlerin olması önemli değildi hanımefendi. Benim avuç içlerimde oluşacak yara izleri ve birkaç damla kan tanesi yok etmeyecekti beni. Avuçlarıma bandajlar sarılacak ve acım yavaşça geçecekti. Ancak sizin dikenlerini çıkarttığınız ve nefesini aldığı topraktan ayırdığınız bu gül, kendisinden bir parçayı kaybetti benim canım yanmasın diye. Artık ona takacağınız sahte dikenlerin de anlamı olmaz, özünden arındırılıp yapmacık bir görüntü kazandığı için artık onun da bir anlamı olmaz.

Kısacası ben, ellerimde oluşacak küçük çaplı yaralar yüzünden bir canlının kendinden parça kaybetmesine üzüldüm ve o an ki tek dileğim bu gülün beni kötü görmemesiydi. Herkes aksini söylese de, onların farklı bir evreni ve hisleri vardı, hep olacak. Bugünden itibaren, lütfen en küçüğünden de olsa bir canlıya zarar vermeyin. Çünkü benim hissettiğim acıyla onunkinin arasında bir fark hiçbir zaman yoktu.”

Bu sahne, belki de dünyada hiç var olmamış onlarca insanı barındırıyordu. Böylesine küçük bir çocuğun kurduğu cümlelerdeki özendi bir ihtimal dikkat çeken.

Ancak hepsinin arasında önem taşıyan bir şey varsa, o an kimsenin göremediği gülün huzura ermişliğinin temsili olan gülümsemeydi. Bu kainatta gülümseyebilen tek varlıklar bizler değildik ve bunu duyanların korkmasının nedenini anlamak gerçekten zordu. Yaşayacaktık, kararlarımızla ve yaşayabilecektik, gülümsememizle.