Cehalet mi, İhanet mi, Ahmaklık mı, Provokatörlük mü?

Mehmet Toker
Enteresan bir ülkede yaşıyoruz. Gündemi değiştirmek için iki ayyaş, bir nebbaşın eylemleri ve sözü yetebiliyor. Sakallı Celal'e (Celal Yalınız) atfedilen: "Bu kadar cehalet ancak tahsil ile mümkün" tespitinin doğruluğunun ispatlandığı günleri yaşıyoruz. Aklın tatile çıktığı, sağlıklı düşünme melekelerini kaybeden sosyal grupların, kitlelerin varlığını gözlemliyoruz.
 
PKK terör örgütünün siyasi uzantısı olan oluşumdaki nebbaş bir vekil müsveddesinin kandil gecesinde, mecliste: "Size neden gerici diyoruz biliyor musunuz? Çünkü sizler taa 500 yıl geride kalmış Osmanlı'yı, 1500 yıl geride kalmış din esaslı toplum düzenini yeniden hortlatmaya çalışıyorsunuzda ondan. Biz kadınlar Özgür olabileceğimizi öğrendik. Ne 500 yıl, ne 1500 yıl öncesine gitmeye hiç niyetimiz yok, götüremezsiniz." dedi. Aynı nebbaş, eğitim sistemini eleştirirken de: "Bugün karşı karşıya kaldığımız yıkım, 500 yıl önceki Osmanlı'nın yönetim biçimini ve 1500 yıl önceki dinin toplum ilişkilerini, 2 bin 500 yıl önceki Orta Asya masallarını yeniden kurma hayalidir. Kindar ve dindar nesli yaratma ucubeliğidir." sözlerini sarfetti.
 
Her yanından provakasyon dökülen, her tarafından cehalet akan sözleri görmemezlikten, duymamazlıktan gelemeyiz. Zira bu nebbaşın ait olduğu kitle ve şürekası, bu ülkenin yönetimine talip. Bu sözler, bu kadar cehaletin ancak eğitimle mümkün olduğunun ispatı. Ancak bu kadar ihanetin ne ile mümkün olduğunun üzerinde biraz durmamız gerekiyor. Bu şahıs "Halk Evlerinin" bir önceki genel başkanı. Halk Evleri, Türkiye'nin kurucusu olduğunu iddia eden siyasi kitlenin arka bahçesidir. İlk defa 1932'de resmen açılan Halk Evleri Türkiye'yi tarihi köklerinden koparmak, Kemalist inançlı gençler yetiştirmek, laikliğin, batılılaşmanın toplumun bütün kesimlerine yayılmasını tesis etmek ve SSCB'nin isteği üzere kapatılan Türk Ocaklarının yerini almak amacıyla kurulmuştu. Halk Evleri, tek parti iktidarınca maddi ve manevi desteklenen, sivil görünümlü ancak militanist yapılanmadır. Halk Evleri, yapılan devrimlerin tabana yayılmasını sağlayacak beşinci kol faaliyetlerinin yapılacağı mekanlar olarak teşkilatlandırılmıştı. Halk Evlerini Şükrü Kaya: "İhtilalin kültürel yayın ve koruma yurdu" olarak tanımlamıştır. İşte böyle bir kuruluşun genel başkanlığını yapmış bir nebbaş, meclis kürsüsünden, milletin azam-ı ekserisinin değerlerine hakaret edebiliyor. Hakareti de bir maharet olarak görüyor.
 
Sözlerinde ifade ettiği 500 yıl önceki Osmanlı, dünyanın en gelişmiş, en büyük imparatorluklarından birisiydi. Adalette, bilimde, mimaride, sanatta, siyasette, zirve yıllarını yaşıyordu. 500 yıl önce Osmanlı sadece kendi topraklarında değil Avrupa'daki devletlerarası anlaşmazlıklarda da adaleti sağlayan, insanlığa medeniyeti, bilimi, teknolojiyi öğreten ve sahip olmuş olduğu ahlaki ilkeler çerçevesinde çok farklı milletleri, farklı dilleri konuşan, farklı dinlere inanan insanları huzur içerisinde, çatıştırmadan, bir arada yaşatan bir güçtü. Bunları gör(e)memek, bilmemek cehaletin de ötesinde bir kindarlığın ve Osmanlı'nın temsil etmiş olduğu bu millete/değerlere düşmanlığın en bariz göstergesidir.
 
"1500 yıl önceki din esaslı toplum" diye bahsetmiş olduğu, İslam dininin neş'et ettiği dönem, kız çocuklarının, kadınların yaşama hakkını İslam'la beraber kazandığı dönemdir. Diri diri toprağa gömülen kız çocuklarının, İslam'la beraber omuzlarda gezdirildiği; alınıp satılan, kocası öldüğünde öldürülen kadınların, ayaklarının altına cennetlerin serildiği bir dönemdir. Bugün Dünya üzerinde kadın haklarından bahsedilebiliyorsa bunun kaynağı; -cahil vekil müsveddesinin- "din esaslı toplum" diye küçümsediği Asr-ı Saadeti şekillendiren İslam sayesindedir. Avrupaileşme, batılılaşma gözleri bu kadar kör etmemeliydi. Bugün medeni diye yutturulmaya çalışılan Avrupa, geçtiğimiz haftalardaki bir yarışma programında sorulduğu üzere, daha 40 yıl öncesine kadar kimsesiz çocukların köle olarak açık artırmayla satıldığı, 1900'lü yıllara kadar kadınların kocaları tarafından boynuna ip bağlanmak suretiyle pazarlarda satıldığı bir medeniyettir. Avrupa, Rönesans sonrası sahip olduğu sanayileşmeyi, gelişmeyi, yine batılıların ifadesi ile 1500 yıl öncesinin din temelli toplumuna, İslam Kültür ve Medeniyetinin dünyayı medenileştirmesine borçludur.
 
Bu söylemler cehaletin de ötesinde, ihanetin, ahmaklığın, provokatörlüğün söylemidir.  
 
Gelelim gündemi değiştiren iki ayyaşa... Samsun'da iki tane ayyaş, sarhoş, uyuşturucu müptelası, suç işlemeyi alışkanlık haline getirmiş kimseler, Atatürk heykelindeki atın ayağına ip bağlayıp, Kartal marka araçla asılarak yıkmaya çalışmışlar. Bunun üzerine, Halk Evlerinin beşinci kol faaliyetlerinin öğretileri ile yetiştirilen, laik, Kemalist kesim heykelin etrafında toplanarak, İslam öncesi müşrik, putperest toplumun Kabe'yi alkış, ıslık ve sloganlarla tavaf ettiği gibi tavaf etmeye başlıyorlar. Ayyaşlar yakalıncaya kadar geçen sürede, heykeli tavaf eden Kemalist güruh, attığı sloganlarla İslam'a, Müslümanlara ve dindar halk kitlelerine karşı içlerindeki kini kusmaya devam ettiler. Fakat saldırganların alkolik, ayyaş kişiler olduğu ortaya çıkınca derin bir sessizliğe gömüldüler. Bu ıslık, alkış, sloganlarla tavaf edenler şayet samimi iseler, alkol satışının yasaklanmasını, tekel bayiilerinin, meyhanelerin kapatılmasını istemeleri gerekir. Ama sarhoşluğu, entellektüellik, çağdaşlık, zanneden alkolle aralarının gayet samimi olduğu bilinen bu kitlenin samimiyetsizliği ve Mustafa Kemal'i sadece kendi ideolojileri ya da siyasi rantları için bir paravan olarak kullandıkları böylelikle bir kez daha netleşmiş ve ortaya çıkmış oldu.
 
Bu tür ifrat ya da tefrit derecesindeki hadiseleri bahane ederek kitlenin heyecanını tazelemek, kitleyi bir arada tutmaya çalışmak, mağduriyet üreterek kitleyi refleksif paydada bir araya getirmek, fikirsel düzeyde tükenmişlik sendromunun bir göstergesidir. Fikrî çaresizliğin, tarihsel aidiyetsizlik ve köksüzlüğün dışa vurumudur. Son günlerde yaşanan bu tür provokatif eylemler ve bu eylemler sonucunda ortaya çıkan kitlesel tükenmişlik sendromunun dışavurumu olan fiili ve kavli yansımalar tarihsel ve içtimai gaflet içerisinde olan geniş halk ve toplum kitlelerini uyandırmaya yetmiyorsa, üzerimize serpilmiş olan ölü toprağının kaldırılabilmesi için bilinç düzeyinde farklı okumalar yapmamız ve tarihi, özellikle yakın tarihi, tek taraflı, ideolojik, masalımsı anlatımlardan kurtarıp; bilgi düzeyinde, yetişmekte olan kuşaklara yeniden öğretmemiz gerekiyor. Aksi halde, bir nebbaşla, iki ayyaşın söz ve eylemleri, toplumu germeye, provoke etmeye, gündemi değiştirmeye yetecektir. Üzerinde yaşadığımız coğrafya ve içerisinden geçtiğimiz dönem, aynı delikten iki defa ısırılma lüksünü kaldıramayacak hassasiyettedir. Bilmem anlatabildim mi?