Çok Kalabalık Çok Soğuk

Hakan Bahçeci

İnsan diyorum, insan en çok kalabalıklarda üşüyor sanırım. Karlı bir dağ başında değil, ıssız bir sokakta kesif bir ayazda değil, ait olmadığını hissettiği, yabancılaştığı kalabalıklar içinde, yalnız kaldığını fark edince üşüyor. Bir insan seli içinde insanlara çarpa çarpa yürürken, insanlara bu kadar yakınken tek başınalığına teslim olduğunda üşüyor.

İnsan dediğin, sesini duyacak bir kulak, yorgunluğunu fark edecek bir bakış arar. Çayı bile tek başına içesi gelmez insanın, dedemden biliyorum. Onca yıl yalnız yaşadı, hanımını özleyerek, kapısını çoluk çocuk çalsın diye bekleyerek. Tek demliğe çay demler ve tepsiye illa iki bardak koyar, olur da biri çat kapı gelirse hazırda dursun diye. Mesele çaydan öteymiş şimdi daha iyi anlıyorum azizim. Mesele sesine aksi seda aramakmış.

Şimdilerde takip eden çok, hem insan gözüyle hem “24 saat kamera ile!” takip ediliyorsun. Öte yandan; bakan göz çok lakin göz teması yok. Ses çok, duyulma yok. Bir sürü ‘merhaba’, ‘nasılsın’, ‘halin nice?’ var ama cevabını dinleyen yok. Konuşuyorsun çokça ama anlaşabildiğin kaç kişidir acaba?

Koca bir kütle var kalabalık var ve çok hızlı bu kalabalık. Koşuşturmacanın sonu yok, yetişen var mı o da yok. Vakit zaten yetmiyor ne sana ne bana ve oysa gün yirmi dört saatle ölçülüyor tüm dünyada. Sanki durursak düşeceğiz. Oysa kimse bir yere yetişmiyor aslında; herkes sadece kendi sessizliğinden kaçıyor. Gürültü kapatsın istiyoruz yalnızlığımızı, ışıklarla saklamak istiyoruz karanlıklarımızı.

Bir telefon ekranının arkasına saklanınca yalnızlık azalıyor sanıyoruz, izlendiğimizden şikâyet ediyor ama başkalarını izlemeye bayılıyoruz. Bir fotoğrafın altına gelen “harika!” yorumları insanı mutlu ediyor sanıyoruz; anlık bir morfin etkisi. Akşam kapı kapanınca, yine aynı boşluk, yine aynı iç sızısı: “Beni gerçekten gören biri var mı?” Modern zamanın en büyük yorgunluğu, işte bu görünmezlik hissi.

İnsan, varlığının bir karşılığı olsun istiyor. Birinin “İyi ki varsın” demesini değil aslında… “Seni fark ettim” demesini istiyor. Varlığımızla mutlu olanla varlığımıza hayıflanan insanlar hep bu kalabalıklar arasında ve asıl mevzu kişinin aynı kalabalık arasında sayısal bir veri olarak kabul görmesi…

Belki de bu yüzden bugünlerde en büyük iyilik, birini gerçekten dinlemek. Birinin yüzüne bakarak “Seni duyuyorum” diyebilmek. Kalabalığı bir nebze olsun durdurmak, iki insanlık nefes aralamak, iki satır sohbet edebilmek, muhabbetle diyerek selamlaşabilmek…

Demem o ki belki de asıl yalnızlık, yanımızda kimse olmadığı zaman yaşadığımız şey değildir. Asıl yalnızlık, yanımızdakilerin zihnen ve ruhen çok uzakta olmasıdır. Nitekim hepimiz aynı şeye bakıp farklı şeyler görüyoruz. Hepimiz aynı şehirde yaşayıp farklı acılar taşıyoruz, acıya değil ama yalnızlığa alışmak ve yabancılaşmak üşümek için yeterli artık.

Kocaman bir kalabalığın içinde çarpa çarpa yürürken insanların omzuna sadece içimizden geldiği için, sırf gözünde bir hüzün gördüğümüz için, üşüdüğünü bildiğimiz simitçi kadar üşüdüğümüz için yani kendim için senin için ve içimizden geldiği için öylesine ve en saf halimizle “merhaba” desek içimiz de ısınır mı?