Dağlım, hayranlığımın büyük çiçeği

İbrahim Çolak
Dağlım, beraber dağlara yürüdüğüm…
Pek çok gündüz ve geceden sonra, dönüp dolaşıp sana geliyorum. Yoruldukça seni daha çok arıyorum. Düzmece yoğunluklardan, yapmacıklı samimiyetlerden, köksüz asaletlerden, meymenetsiz şehirlerden, gönlümde tat bırakmayan konuşmalardan kaçıyor ve sana geliyorum. Duyduğu her şeyi her yerde anlatanlardan, öncelikle kötüye ve olumsuza kulak verenlerden, kendine biçtiği rolün içinde kaybolanlardan kaçarak sana geliyorum Dağlım.
 
Dağlım, tebessümü temiz ve güzel olanım…
Senin şaşırtan ve rengârenk sevmelerin vardı, ansızın çıkıp gelmelerin… Heyecanını ellerimle tutabilirdim. Yüzüme saf, dalgın ve mutlu bir hayranlıkla bakardın. Yüzün mutluluktan nakış nakış olurdu. Yorgunluğuma gölge, susamışlığıma su olurdun. İçimden bir dua, bir türkü tutuyorum, sana da iyi gelsin derdin.
 
Dağlım, gökyüzüm...
İçimdeki sözcükleri sana söylemekten korkuyorum. Ben yalnızca içimden korkuyorum. Kendi korkum beni hasta etmeye başlıyor. Sevgine, ellerine, gülümsemene ihtiyacım var. Senin yanımda olmadığın her sabah, başucumda, yeşeren bir ümit ile soylu bir hüzün buluyorum. Her ikisini de içiyorum!  İşte böyle iki gözüm. Bazen ve çok zaman çiti aşıyor, uzaklaşıyorum. Dışarıda özgürlük var ve özgürlük tehlikeli. Tren yola devam ediyor da sanki ben yoldan çıkmışım gibi… Ancak senin sevgi ve merhametinle yola gireceğim gibi bir düşü tutuyorum içimde. Sonra bu gerçekleşmeyen düşlerimin içine düşüyor ve yara alıyorum.
 
Dağlım, vurulup da ölmediğim…
Yalnızlığın rengini almış bir Pazar akşamının hüzünlü son ışıkları pencerelerden içeri sızıyor. Ağızlarımız kendi şakasına gülmeye mecalsiz, ağızlarımız soğuk birer çizgi. Köprülerin başında korkularımız bekliyor. Köprünün başını sevdiğim kadın tutmuş. Hep aynı sorular.  Yorgunum ve hiçbir cevabı bilmiyorum. Bütün bunlar sahte, yarım, köksüz. Sıkıcı. Eski şeylerin tekrarı, yeni bir şey yok, kitaplardan ve sevdiğim kadından başka. İnancımı mı yitirdim? Sıkılıyorsam bir hain miyim? Öyleyse beni vurun!
 
Dağlım, sessizliğine küstüğüm…
Bazen kendimi rüzgârın önüne düşmüş bir kuru yaprak gibi hissediyor ve ağlamaklı oluyorum. Kahırlanıyorum. Bencilim. Nankörüm. Kelimelerden kurduğum kaleler yıkılıyor. Konuşmaya, yazmaya, sarılmalara olan inancım azalıyor. Neyi çok istemiş ve düşlemişsem uzak düşüyorum. Uzağına düşüyorum. Uzaklaşıyor ve sessizliğe kaçıyorum. Sana bu cümleleri değil de umut olacak cümleler kurmak isterdim. Bir okyanusta tek başımayım, kara görünmüyor, gücüm azalıyor, gözlerimi kapatıp kendimi dalgaların seyrine bırakıyorum. Kendimden şikâyetçiyim.
 
Dağlım, dağlara şikâyet ettiğim…
Yanıma iki kitap, bir türkü ve düşlerimi alıp dağlara yürüyorum.
Nasıldı o türkü?
“Girebilsen bu sinemde neler var
Gülüp oynadığım ele karşıdır.”
Dağlarla konuştum, seni dağlara şikâyet ettim!
Dağ dile geldi; “ben dağ oldum da sevdim, sen nasıl seveceksin?”
Dağ olmalıyım!
 
Dağlım, tutunduğum…
Bu günlerde kendimi güçlü hissetmiyorum. Seni severek tutunuyorum hayata.  Yavaş yavaş aydınlanan sabaha benziyor umudum. Sabahı sen sayıyorum.  Sabah sana, kalbin kadar güzellik getirsin. Kente sırtımı döndüğümde gördüğüm, sabır, özveri ve anlayış saydığımsın. Ekim ayı. Sonbahar. Birazdan kızarmaya ve dökülmeye başlar çınar yaprakları. İnsanlar da dökülüyor! Sana yazdığım şu üç beş satır haricinde hiçbir şey mutlu etmiyor beni; birkaç dostum ile tamamlayacağım, şu sana aşikâr münzevi hayatımı. Seninle geçirdiğim masal günlerini arıyorum. Seni çok özlüyorum. Güzel insan olmak istiyorum; olumlu, seven, veren, az konuşan, güzel söyleyen... İçimde yalnızca senin dolduracağın kocaman bir boşluk. Seni seviyorum; kelimelerimi, ekim ayını ve kalbimi şahit tutuyorum.
 
Dağlım, içimden konuştuğum…
Her şey bize bir şey söylüyor. Her şey. Meyveye duran ağacın dallarını yere eğmesi, kara bulutlardan dökülen yağmurun hayat olması, güneşin her sabah aynı tazelik de doğması, bir güzellik karşısında çırpınan kalbimiz, vatanlarını kanatlarında taşıyan kuşlar, sevgi dolu bir elin ruhumuzu titretmesi, şu kargacık burgacık kelimelerin büyüye dönüşmesi, göğsümüze bastırdığımızın insanın saçının kokusu, ararken yaptığımız yanlışlar, buldukça kaybettiklerimiz… Diyeceğim şu Dağlım; hem Ağrı dağının zirvesine çıkmak istiyor hem de ayaklarım su toplamasın, yorulup terlemeyeyim, uçurumlar olmasın, soğuk havalara ve açlığa hiç gelemem diyor havanda su dövüyoruz.

Dağlım, bereket saydığım…
Bazen olmaz. Ne yapsan olmaz. Yazarsın olmaz. Verirsin olmaz. Beklersin olmaz. İyiniyetli olsa da ısrar etmek haddi aşmak ve bize gösterilene sırtımızı dönmektir. Kendi gücünden zehirleniyor insan. Bazen olmaz. İlahi olan unutulur, insanlar, olaylar ve diğerleri üzerine günlerce konuşulur, tartışılır. Dedikodu ve gıybet yapılır. Allah unutulmuştur. Olmaz bazen. İnsan aklına güvenir. Elde etmek ister. Var olmak ile sahip olmayı karıştırır. Bazen olmaz. Konuşmak gibi yazmanın da bedeli vardır, ödemek gerekir. Güzelliği kendinden bilen yanılır. Gül kokusunu verir, ötesine karışmaz. Kalbimiz sahipsiz değildir. Kalbimiz güzelliğe ve merhamete meyillidir. Seven ve veren güzelleşir. Çok konuşmak sınavımızı zorlaştırır…
 
Köprüsünden geçtiğim konuşmalar yapmak, acısını çektiğim yazılar yazmak, zengin ve hasretini çektiğim kavuşmalar istiyorum.
 
Sen uyudun, şehir uyudu, gece uyudu. Ben yine sensiz ve uykusuzum.
Kelimeler elbette önemli. Ancak, iki kalbin birbirine ısınması ve sığınması kelimelerden çok öte bir durumdur Dağlım. Kalp diğer kalbi kapıda karşılamaz ise kalplerden biri muhakkak kırılır.
Yüzlerce cümlem ve kucak dolusu yalnızlığım var, kapına bırakıyorum.
Seni kalbine emanet ediyorum.
 
Allah esirgeyen ve bağışlayandır!