DEMİRCİ ÇIRAĞI-1

Hakan Bahçeci

Sabah namazını mahallenin taş mescidinde kıldı. Yüreğine dolan huzur ve bir kuşkanadı çırpınışı yanı başındaydı yine. Müezzin efendinin her sabah namazı sonrası okuduğu kasideyi az kaldı ezberlemeye. Her mevsim aynı serinlikle müdavimlerini bekleye bu küçük mescidin yaşça en küçük cemaati olarak belki masumca en büyük haliyle aksatmadan devam ederdi cemaate. Çünkü ustasının ilk nasihati ve hatta ilk mirası idi sabah namazında burada buluşmak ricası…

            İlk mektepten sonra Kur’an Kursuna devam etmiş babasının vefatı üzerine bir tanıdık vasıtasıyla şehirdeki en mahir ve en meşhur demircinin yanına çırak olarak verilmişti. Yetim kalmanın verdiği gariplik, anasının perişan hali ve ekmek parası denen mücadeleye küçük yaşta düşmüş olmak… Hepsi bizim çırağın üzerindeydi. Çelimsiz, olabildiğince zayıf, kısa boylu, sessiz ve sakin. Bu çocuktan bir demirci ustası olur mu, eh iş biraz da ustanın maharetine bağlı.

Gür sakalı, esmer teniyle uzun boylu demirci ustasının belki de en göze çarpan tarafı adamdaki sükûnet haliydi. Bizim çırak ağır sakin, ustası ağır sakin. Usta ilk gördüğünde çırağı süzdü şöyle yukarıdan aşağı, adını sordu, merhaba deyip elini sıktı, çırağın eli kaybolup gitti ustanın parmakları arasında. “hayırlısı” dedi usta, hele sarılalım gayretle.

Usta seslendi bizim çırağa, geç bakalım tezgâhın başına, tezgâhın başı ne sıcak oy aman, onca alet edevat, toz duman, ateş harlanıyor diğer yandan. Gözü mü korktu çırağın “hâşâ” bir inanmışlık bir teslimiyet ve bir sükûnet… Usta şaşırdı çocuktaki bu ağır ve kararlı hale, kendini mi gördü yoksa!

“Sabahları” dedi usta “erken açılır bizim kapımız, sakın gün doğmasın kapalı halde tezgâhımıza” bizim çırak ne yaptı etti ise har sabah geldiğinde işe açıktı dükkân, iş başındaydı usta gelemedi bir türlü ustadan önce. Hep mahcup hep tedirgin, usta fark etti durumu dedi “sana ilk işini veriyorum” bizim çırak şaşkın, daha ne öğrendi ki, yaptığı; yeri sulamak, süpürmek, çay söylemek. Daha ne çekiç aldı eline, ne ateş verdi körüğe. Biraz gururlandı biraz korktu şaşaladı, “buyur usta” dedi merakla.

Usta yine sakin, örste bir pala, dövüyor kıvamınca, her inişte çekiç “hû” çıkıyor ağızdan, hem çekiç söylüyor hem usta, hem ateş söylüyor hem şekle giren demir levha. Ağır ve sakin yaşanıyor burada hayat, hızın hükmü geçmez ve hiçbir iş gecikmez. Hayatı ağır yaşamak lazım gelir, demleyerek, hissederek, görerek ve idrak ederek. Hızdan görünmüyorsa kimi şeyler önümüze geçmiştir hayat ve önümüzdeki hayata yetişmek kaybetmektir ağız tadını.

Yok, unutmadık, ustanın çırağa verdiği ilk işi söylemeyi; Usta baktı bizim çırağa, ilk iş olarak dedi “her sabah evime geleceksin, kapımı çalacak, birlikte sabah namazına gideceğiz, sonra dükkâna” dedi. Çırak yine sakin, baktı uzunca “emrin olur” usta dedi usulca.

Bizim çırak, yaz kış demeden, soğuk sıcak demeden ustasının kapısını çaldı erkenden, Taş Mescide gidip saf tuttular hep birden. Usta, namazdan sonra dua aldı hep, o beyaz sakallı adamdan, bizim çırak da nasiplendi duadan “usta bereketi olsun” diye her gün doğumundan.

Birlikte yürüdüler mescitten dükkâna kadar, usta kendi açtı besmele ile kapının kilidini her sabah. Anahtarları da verdi çırağa ama kilidi hep usta açtı. Kapının önüne otururdu usta, selam alırdı ziyadesiyle konu komşudan, kahve söylerdi, çay derdi, sohbet ederdi. Dert dinler, gelen gidenle söyleşirdi. Ateş, kendine gelip hazır olunca, havlusunu omzuna atar, kuşağını bağlar “haydi ya Allah” diyerek işe başlardı. Bizim çırak olan biteni sakince izler, ustanın her sözünü, her hareketini pür dikkat izlerdi. Usta demire “Hû” diyerek vurur, arada bir uzağa bakar, biraz durur, “ya Allah” der devam ederdi.

Bizim çırak her sabah aynı teslimiyet ve vefa ile ustasının kapısını çalar, çıkınca selam verir, Taş Mescide yürürlerdi. Müezzin efendinin kasidesini ezberlemişti artık. Lakin dükkânın kapısını hâlâ ustası açıyor, besmele ile işe başlıyorlardı. Demir dövmüş değildi henüz, ama usta ile birlikte, çekiç demire değdiği her seferde “Hû” demeyi öğrenmişti.