“Evet ve hayır’ arasında ruhlar yerlerinden fırlar

Prof. Dr. Hülya Küçük

Yukardaki sözler büyük sufi-düşünür Muhyiddin ibnü’l-Arabî’nin (ö. 638/1240) İbn Rüşd’le (ö. 595/1198) ilk karşılaştığında önce  “Evet” sonra “hayır” şeklinde âdetâ dillerinden dökülen iki kelime arasındaki farkı ifade için kurduğu bir cümle… Muhyiddin ibnü’l-Arabî şöyle anlatıyor olayı: Bir gün Kurtuba’da şehrin kadısı Ebû’l-Velîd İbn Rüşd’ün huzuruna girdim. Halvetimde Allah’ın bana açmış olduğu şeyleri duyduğu için benimle karşılaşmak istemişti. Duyduklarından dolayı şaşkınlığını sergiliyordu. Babamın arkadaşlarından birisi olduğu için babam İbn Rüşd’ün arzusu üzerine benimle bir araya gelelim diye bir vesileyle beni ona göndermişti. O esnada delikanlılığımın en erken evresindeydim. Huzuruna girdiğimde sevgi ve saygıyla kalkıp beni kucakladı ve şöyle dedi:

_ Evet!

Ben de cevap verdim:

_Evet!’

Onu anladığımı düşünerek mutluluğu daha da arttı. Sonra, sevincinin sebebinin farkına vardım ve ona:

_Hayır’ dedim.

Bunun üzerine üzüldü, yüzünün rengi değişti. Düşündüğü şeyde şüpheye düştü. Bana şöyle dedi:

- Senin keşf ve feyz-i ilâhî’de bulunduğun şey nazarın/düşüncenin bize verdiği şey midir?’

Ona hem ‘evet’ hem ‘hayır’ diye cevap verdim. ‘Bu evet ve hayır arasında ruhlar yerlerinden, boyunlar cesetlerinden fırlar’, deyince benzi sarardı, titreme geldi, birden (sanki elli yaş) yaşlandı. Ne demek istediğimi anlamıştı. İbn Rüşd sahip olduğu bilgiyi sunup (bizim söylediğimize) uygun veya farklı olup olmadığını öğrenmek için daha sonra da babamın tavassutuyla/aracılığıyla bizimle bir araya gelmek istemişti. Çünkü kendisi fikir ve teorik düşünce mensubuydu….” ( Konuyla ilgili detaylı bilgi isteyenlerin, internette kolayca ulaşacakları bir kaynak: Kadir ÖZKÖSE, “Muhyiddin İbnül-Arabi’nin İbn Rüşd ile Görüşmesi”, Tasavvuf Dergisi (İbnü’l-Arabî Özel Sayısı-2), yıl: 10 [2009], sayı: 23)

 

            İçinde olduğumuz tarihin belki de en nazik günlerinde biz de evet ve hayır arasında ruhların yerinden, boyunların bedenlerinden fırlayacağı bir durumu yaşıyoruz âdetâ. Bir taraf bizleri Batı’nın hegemonya ve istilâsından kurtarmaya, yeni bir yol haritası belirlemeye davet ederken, diğer taraf bizleri “düşman” askeri olarak görüp denize dökmekle tehdit etmektedir. Küfür tek millet olmuş hep bir ağızdan ve bir elden âdetâ imece usûlü ülkemizi Suriye’leştirmeye çalışırken birileri hâlâ  onların arkası sıra gitmektedirler. Yok, yok,birisinin düşman olduğunu bile bile arkasından gitmek artık gaflet olamaz artık; düpe düz hâinliktir.

 

Ülkemizin genel nüfusu açısından konuşursak,  Tarihî bilgiler çoğumuzun belki de en sevmediği veya daha doğru bir ifadeyle, aklında tutmaya zorlandığı bilgiler arasındadır.  Bunda kusur, belki de bize tarihi öğretenlerin, onu içinde yaşadığımız şartlardan koparıp “geçmişte olmuş bitmiş bir fenomen/olay” olarak sunmalarıdır. Oysa tarih , bir süreklilik içindedir ve tarih dersi verenler, “o günden bugüne çıkarılacak dersler, düşünülecek sonuçlar…” gibi bir bölüm ekleyebilseler, akılda kalıcılık %100’e bile çıkabilir. Çünkü, herhangibir şeyin unutulmasının en önemli âmili, beynimizin onu “ilginç, sık karşılaşışır…” olaylar dosyasına atamamasıdır. Talebesi olma mutluluğuna erişmiş olduğum İhsan Süreyya Sırma Hoca böyle nâdir hocalardandı. Yurtdışı-yurt içi sempozyum ve programları sebebiyle sık sık derslerini bizzat kendisinin yürütemediği zamanlar olurdu ama geldiği zamanlar bize yetmişti. Düşünsenize, değil yakın tarihimizi, İslam’ın erken tarihini dahi bu tarzda anlatabilirdi.

 

Aslında tarihi sevmek 15 Temmuz 2015’ten sonra bence bize farzdır; yok olmamak, izmihlalden kurtulmak ve ileride en şanlı şekilde var olabilmek için…Nitekim, bu tarihten sonra etrafımızdaki insanların tarih merakının arttığını görüyoruz. Çünkü, nasıl bir uluslar arası çökertme cephesinin pençeleri arasında olduğumuzu anlamak için, en azından yakın tarihimizi, özellikle Millî Mücadele’yi çok iyi bilmek gerekiyor. 1918’den 2017’ye, yani tam 100 yıl olmasına sadece bir yıl kalana kadar bizi kendilerine köle etmek, kılık-kıyafet, yaşama ve düşünme tarzımızı kendilerine benzetmek için ellerinden gelen herşeyi deneyen Batı’nın benzeri görülmemiş bir  vahşilikle açıktan saldırısınıa şahid olduğumuzu anlamanın başka yolu yoktur zira….

            Şöyle diyenlere de çok şahit oluyoruz: “Biz, 15 Temmuz gecesi sıradan bir darbe yaşadığımızı zannediyorduk. O gece ve sonrası bir-iki hafta tepki ve protestosunu daha kuvvetlice ifade etmeyenler böyle zannediyordu en azından. Biz böyle olduğunu  o zaman bilseydik protesto gösterilerine daha çok katılır, daha çok uykusuz kalır, daha çok dua ederdik…”  Şimdi farklı… Şimdi artık oynanan oyunu herkes gördü… Batı’nın, ihanetin arkasında ve hainlerin destekçisi olduğunu söyleyenler için de “spekülatif konuşanlar, paranoyak, hayalci” diyecek hal de kalmadı. Teröristlere meydanları açan, her ihtiyaçlarını demokrasi (!) adına destekleyenlerin, Başbakanımızı, bakanlarımızı en tabii haklarından, vatandaşına konuşma ve bilgilendirmeden nasıl men’ettiklerini, Türkiye sanki kendilerininmiş gibi oradaki bir oylamaya nasıl müdahele ettiklerini, hatta açıkça “hayır” propagandası yaptıklarını, suikasta hamlettirici pankartları nasıl ön plana çıkardıklarını gördük.

16 Nisan’dan çıkacak “evet”ten ne kadar korktukları ve bunu ne kadar kendi aleyhlerine gördükleri aşikâr…

Çoğumuz belki hukuktan anlamıyor, yapılacak değişiklikleri hukukî vechesiyle tam değerlendiremiyor olabiliriz ama bu manzara karşısında tereddüde, “evetle hayır arasında kalmaya” gerek yok değil mi? Tereddütsüz düşman cephesinde olanlar da tereddüddekiler de düşmanın arkasından giden  “bî-hûş”  bedbahtlardan başkaları olamazlar vesselam …