FRANSA'DA TÜRK KÜLTÜRÜNE FRANSIZ KALMAK

Mehmet Toker
 
Fransa'da Türk nüfusun varlığı kırk yıla yaklaşırken, bugün artık bir ev,  bir tarla parası kazanıp dönmek umuduyla bu ülkeye gelen vatandaşlarımız, dönme hayallerini hiç gelmeyecek olan bahara ertelemek zorunda olduklarını kabul etmiş durumdalar.  Kendilerine yöneltilen; “kesin dönüş ne zaman?”  sorusuna neredeyse %99’a varan bir çoğunluk “Nasıl döneceksin torunlar burada büyüdü, çocukların işi, ekmeği burada.” Cevabını veriyorlar. Artık bundan sonra yapılan tüm planların dönme üzerine değil, kalma üzerine yapılması gerektiği kanaati ilk kuşağa da kendini kabul ettirmiş durumda.
 
Yukarıdaki cümlede bir anahtar sözcük var esasen kalmayı zorunlu hale getiren. “Torunlar”. Yani üçüncü kuşak. Yaşları 0-25 arası olan kuşak. İşte bu anahtar sözcük bizim için üzerinde durulması düşünülmesi gereken bir sözcük. Torunların burada büyümüş olması, kalıcılığın temel sebebi olarak gösteriliyor. Bunun da altındaki psiko-sosyolojik teşhis şu şekilde ifade edilebilir: “Burada yani Fransız toplumunun içinde büyüyen çocukların, belirli bir yaştan sonra gidecekleri Türkiye toplumuna uyum problemi olacak. Onlar kendilerini buralı hissediyorlar.” Bir açıdan değerlendirdiğimiz zaman esasen dedeler, kendilerinin 38-40 yıl önce Fransa’da çekmiş oldukları uyum probleminin bir benzerini torunlarının kendi ülkelerinde çekmesinden çekiniyorlar.
 
Ama burada ikinci bir soru cümlesi daha karşımıza çıkıyor ve ister istemez cevap vermemiz hususunda bizi zorluyor. Soru şu: “Burada doğup büyümüş olan kuşak Türkiye’ye gittiği zaman uyum problemi çekeceği düşünülüyor ama bu kuşak zaten burada da bir kimlik problemi çekiyor. Buna nasıl bir çözüm bulunacak?” Kimlik problemi. Bu siyasal kimlik değil, kültürel kimlik. Fransa’da yaşayan 15-25 yaş arası gençlerimize biraz daha yakından baktığımız onların dünyasına biraz daha yakından girdiğimiz zaman karşımıza henüz kültürel kimliği oturmamış, kendi içerisinde derin çelişkiler ve çatlaklıklar yaşayan bir profil çıkıyor. Evet, bu gençlerimiz kendilerini buralı hissediyorlar ama kültürel olarak ne derecede buraya aitler? Bu irdelenmesi, üzerinde düşünülmesi gereken bir konu. Biraz önce gençlerimizin iç dünyasında derin çelişkiler var olduğunu ifade etmiştik. Bu çelişkilerden bir tanesi kültürel kod olarak arada kalmışlık; arada kalmışlığın en bariz ortaya çıktığı noktalardan birisi okul, sokak, ev  üçgeninde hangi köşede duracağını bilememek. Veya bu üçgen içinde med-cezirler yaşamak olarak karşımıza çıkıyor.
 
Bu üçgenin ilk köşesinde yer alan okulla başlamak gerekirse karşımıza diğer iki köşeyi de etkileyen bir problem olduğu daha ilk dakikadan kendini hissettiriyor. Beş-on beş veya beş-yirmi yaş arasında olup okula gitmiş olan gençlerimiz,  tabiatı dolayısıyla Fransız Eğitim sistemine entegre olmaya çalışıyorlar. Ama bu entegre olma başarısı veya çabası maalesef istisnalar veya çok az bir kısım dışında genellikle kolejden sonra meslek lisesine yönlendirilmek veya yarıda bırakmakla neticelenen bir süreçle bitiyor. Zira okul başarısı okul, aile, öğrenci işbirliği ile mümkünken Türk ailelerde bu üçgen bir köşesinden kırılıyor. Zira Genel gözlem (tabii istisnalar var) ailelerin okulla yeterli işbirliği içinde olamaması sebebiyle dumura uğruyor. Aileler de –yani öğrenci velileri- okulla işbirliği açısından iki önemli handikabımız var.
 
Bunlardan birincisi: dil problemi. Veliler yani ikinci kuşak, Türkiye’den belirli bir yaşta veya ithal gelin ya da damat olarak gelmiş ebeveynlerin, öğretmenle irtibata geçecek ya da okuldaki toplantılara katılacak oranda Fransızcalarını yeterli bulmaması sebebiyle bir içe kapanıklık yaşanıyor. Veya beden olarak toplantılara vs… katılım gerçekleşse bile kendini ifade edememesinden dolayı çocuğunun okuldaki başarısını veya sıkıntılarını takip edememesi neticesini veriyor. Bu da okul, aile, öğrenci üçgenini bozuyor. Ve fatura öğrencinin okulu bırakması, ya da meslek lisesine yönlendirilmesi veya gençliğin ve çevrenin de etkisi ile aile denetiminin de olmaması sebebiyle derslerde başarısızlık ve sınıfta kalma vb… şekilde son buluyor.
 
İkincisi: Ebeveynin çalışıyor olması ve çocuğun okuldaki durumunu takip edecek zaman bulamamasından kaynaklanıyor. Bu şekilde öğrencinin tamamen neredeyse okul süresi boyunca denetimsiz kalması, her türlü yönlendirmeye açık bir hedef haline getiriyor. Bu da öğrencinin başarısını olumsuz açıdan etkiliyor. Tabii okuldaki bu başarısızlık kültürel olarak gelişmede de kendisini ortaya koyan en önemli bir etken olarak karşımıza çıkıyor. Yansıtma psikolojisi ile başarısızlığını başka kaynaklarda arıyor. Bu kaynakları  bazen içerisinde yaşadığı toplum, bazen okul veya öğretmenler veya ailesi olarak algılayıp onlarla zihinsel ve fikirsel çatışmalara girebiliyor. Bu tip ailelerin hafta sonları bile çocuklarıyla vakit geçirmedikleri ise gözlemlenmektedir. Cumartesi günleri genelde haftalık alış veriş yapılıp, Pazar günleri ise baba genelde Türk Kahvesine veya dernek ve lokale gittiği için, anne ise haftalık temizlik veya diğer kadınlarla gün vs… yaptığı için çocuğa vakit ayır(a)mamaktadır.
 
Üçgenin İkinci köşesindeki sokak –çevre- etkenine gelince bu tamamen ayrı olarak ele alınıp değerlendirilmesi gereken bir konu olarak kendini hissettirse de burada da üzerinde konuşmamız gerektiği kanaatindeyim. On-yirmibeş yaş arası gençlerimizin arkadaşlık ettiği dışarıda vakit geçirdiği, okul harici zamanlarda zamanını paylaştığı vasata bakışlarımızı çevirdiğimizde bütün çıplaklığı ile kültürel yozlaşmışlığın, kültürel çelişki ve çatışmaların tabiri caizse bütün gücü ile bağırdığı bir tabloyla karşılaşıyoruz. Bu yaş aralığındaki gençlerimizin sokaktaki arkadaşlarının arasında ağırlığı Cezayirli, Faslı, Siyahi Afrikalı, Sömürge Adalarından gelmiş, kendi akranları ile sarılı örülü bir dünya olduğunu görebileceğiz. Buna Son zamanlarda Sovyet Sosyalist Cumhuriyetleri Birliğinden ayrılmış veya Yugoslavya’nın dağılmasıyla ortaya çıkmış devletlerden gelen kişileri de eklediğimiz zaman ortaya çıkan tablonun nasıl bir hengame ve kaos oluşturduğunu hemen herkes kolaylıkla fark edebilecektir.
 
Bu dünyadaki gençlerin konuştuğu, paylaştığı hatta ve hatta çatıştığı, kavga ettiği konuların başında ergenliğinde tetiklemesiyle karşı cins, (erkekler açısından kızlar, kızlar açısından erkekler) para, (kısa sürede spor bir araba sahibi olma hayalleri) uyuşturucu, (en basit ulaşılabilen esrar, bunun bir nevi kendini ispat etme, yetişkinliğin dışa vurumu vb. algılama) erkekler için futbol, kızlar için moda vb. bu gibi konular olduğu bariz ve aşikardır. Yani bu dünyada din, tarih, kültür, edebiyat, bilim, folklor vb… konuların asla ve asla yeri yok. Giyim tarzları, takılar, saç modelleri, dövmeleri, hitap tarzları, klişeleşmiş sözleri vb… belirleyicilerle ayrı ve reelden kopuk, tamamen hayali, muallakta bir dünya olduğu görülüyor. Bizim gençlerimiz de bu dünyanın içinde kendine yer edinmeye çalışıyor. Ama burada tamamen kendi kültürel kodlarından soyunarak ve soyutlayarak var olacağını düşünüyor. Bu düşüncede beraberinde yabancılaşmayı getiriyor. Çünkü her kültürün kendi kırıntılarının yansıdığı ama hiçbir zaman bunun bir bütünlük ve kaynaşma sağlayamadığı bir kaos oluşturuyor.
 
Üçgenin üçüncü köşesindeki ev-aile ise sacayağını farkında olmadan veya genellikle iyi niyetli yaklaşımının kurbanı olarak tamamlıyor. Aile ile gençler arasında iki tür ilişkiden ve ne tür olursa olsun neticesinde aynı kapıya çıkan bir anlayıştan bahsetmemiz gerekiyor. Bunlardan birincisi: Oda hapsine hüküm giymiş olan genç. Bu ilk duyulduğu zaman bir mübalağa olarak değerlendirilse de karşı karşıya kaldığımız vasati durum bu ifadenin mübalağa değil, yetersiz bir ifade olduğunu gösteriyor. Maalesef gençlerimizin büyük bir kısmı korumacı yaklaşımın yanlış bir yansıması olarak oda hapsinde tutuluyorlar. Fransa’da yaşayan Türk Ailelerine daha yakından baktığımız zaman bu ifadenin ne anlama geldiği kendisini daha net ortaya koymaktadır.
 
Gençlerin büyük bir bölümü birçok şeye ihtiyaç duymadan sahip kılınmakta ve odasına hapsedilmektedir. Bugün, on beş yaşındaki bir gencin genellikle kendi odası, odasında tv ve bilgisayarı(internet), mp3, Ipod, cep telefonu vb… eşyalara hiçbir emek veya çalışmanın neticesi olmadan sahip olmaktadır. Çünkü ailelerdeki “sokağa çıkana kadar, kendi odasında otursun” şeklindeki korumacı yaklaşım bunu netice vermektedir. Bir gencin bilgisayarının olması elbette güzel ama bunun tamamen denetimsiz ve internette bekleyen tehlikelerin cazibesine karşı korumasız bırakılması, bedenen çıkamadığı sokağa sanal alemde, hem de daha farklı yönleri, yansımaları, beklenti ve saplantıları ile çıkmaktadır. Bedenen odasına kapatılmış, önüne her türlü teknolojik oyuncak serpiştirilmiş, saatlerce internet ve televizyonla hem de denetimsiz olarak bırakılmış, ergenliğinde dürtüleri ile yaşayan bir gencin içinde bulunduğu psiko-sosyolojik haleti ruhiyeyi ve yaşadığı çelişkileri iyi tahlil etmemiz gerekiyor. “Bu acaba gençlerimizi koruyalım derken daha büyük bir tehlikenin içine atmak olmuyor mu?” Acaba oda hapsindeki ama internet ve televizyon karşısındaki gençlerimiz kültürel olarak nerelerden hangi kaynak ve kanallardan besleniyorlar? Aileler bu şekilde davranarak çocuklarını koruduklarını ve onları mutlu ettiklerini düşünüyorlar ama bu ilerleyen süreç içinde daha büyük problemleride beraberinde getiriyor. En başta gerçek dünyaya uyumsuzluk problemini beraberinde getiriyor. İkincisi ise çocuğu baskı altında tutmaya çalışmak ve onunda yetişkinler gibi hareket etmesini beklemek, sürekli gözümüzün önünde olmasını sürekli olarak ulaşılabilen bir yerde olmasını beklemek.
 
 Bu daha ziyade anne-baba çalışan çocukların dede ve babaanne ile zamanını paylaştığı geniş aileler için geçerli olan konu. Dede ya da babaanne aynı dili konuşamadığı torunlarını hayata hazırlama yahut onları koruma telaşı içine giriyor. Gencin yaptığı her davranışın peşine “bizim zamanımızda” ile başlayan cümleler kuruluyor. Ya da başkaları, (bu başkaları genellikle dede veya babaanneni kendi kuşağı oluyor, ya da çalışmayan-çalışamayan Türk komşular) ile ilişki ve diyaloglar esnasında azarlama korkutma eleştirme şeklinde gerçekleşiyor ki bu da zaten o gencin çevre ile arasına mesafe koymasına veya yabancılaşmasına sebep oluyor.  Neticede o veya bu her iki korumacı yöntemde sonuç olarak tek bir kapıya çıkıyor. Okulda başarılı olamamış, sokağa çıkması sakıncalı olan her genç bir an önce hayata atılmalıdır. Hayata atılmasına ebeveynleri tarafından karar verilen genç hayata ne derecede hazır bu hiçbir zaman değerlendirilmez. Yaş olarak belirli bir seviyeye gelmişse ruhen, zihnen de hazır olduğu varsayılır ama bu hiçbir zaman böyle değildir. Hayata atılma (fırlatılma) iki şekilde gerçekleşir. Bir; evlendirilme. Çünkü evlendirilmediği zaman cinsel tercihlerinde yanlış yapacağı inancı belirleyicidir. Burada da daha ziyade kızların yanlış yapması problem edilir, erkeklerin yanlış yapması göz ardı edilir. İki; çalışma hayatına atılma. Çünkü bu yaşa kadar anne-baba ona bakmıştır, artık anne-baba onun parasını yemelidir. Burada da erkekler genelde inşaat veya çeşitli fabrikalarda istihdam, kızlarda ise market veya restaurant zincirlerinde kasiyerlik ya da güvenilir bir konfeksiyonda istihdam  şeklinde tezahür eder.
 
Yani şu veya bu şekilde hayata atılan gençlerimiz, psiko-sosyal ve kültürel açıdan maalesef yetersiz olarak kalıyorlar. Yirmili yaşlarındaki birçok genç arkadaşımızda hala kendisini nereye ait hissedeceğine hangi kültürün temsilcisi olduğuna karar verememe çelişkisi yaşadığını görüyoruz. Türklüğü-Müslümanlığı bir üst kimlik olarak kabul etmiş olsa bile yeterli derecede islam ve din hakkında bilgi sahibi olmadığı için pratikteki mezhebi ve fikri  uygulamalar noktasında (hanefilik, malikilik, selefilik, kaplancılık vb… ), sokakta beraber zaman geçirdiği diğer kültürlerin temsilcisi olan arkadaşlarının etkisi ile med-cezirler yaşamaktadır. Bunun yanı sıra, diğer bir kısmın da  Türk-Müslüman üst kimliği içerisinde bir Fransız gibi helal-haramlardan bağımsız yaşayabilme arayışları içerisinde olduğunu gözlemlemekteyiz. Nikâhsız beraber yaşama, içki kullanımı vb… hususlar  büyük çelişki oluşturmaktadır. Bu çelişki bazen ana haramları bile inkâr noktasına varabilmektedir.
 
Biraz daha açıyı genişlettiğimiz zaman on–yirmi beş yaş aralığındaki gençlerimizin kendilerini ait hissettikleri kültürün, kültürel kodlarından   habersiz oldukları rahatlıkla gözlemlenebilmektedir. Mesela; “Osmanlı” kelimesi sadece nostaljik övünülmesi gereken bir mefhum, ama neliği, niteliği noktası muallakta duran koskoca bir soru işaretidir. Türkiye’nin ne gibi badireler neticesi bu günlere geldiği gibi daha yakın geçmişe ait konular zaten çoğu kez ilk defa duyulan ve gençlerimizi ilgilendirmeyen konular olarak durmaktadır. Yani Türkiyelilik kimliği ve Türkiye diye bir ülkenin varlığı bize 2500 km uzaklıkta duran birkaç seneye bir dedenin doğmuş olduğu topraklara yapılan bir yaz tatilinden ibaret, Kültürel açıdan Türk kimliğini taşımak saçımızın sparis2iyah, derimizin buğday yanığı olmasından öte bir şey değildir. Türkçe dede ve ninelerin Fransızca konuşamadığı için konuşmak zorunda oldukları bir dildir. Mehmet Akif Ersoy’un Safahat’ı, Necip Fazıl’ın Çile’si, Nazım’ın Memleketimden İnsan Manzaraları hiçbir anlam ifade etmez. Halit Ziya’nın Aşk-ı Memnu’su, Reşat Nuri’nin Yaprak Dökümü sadece bir televizyon dizisidir. Dil ve edebiyat açısından bir karşılığı yoktur.
 
Durum bu kadar vahim midir? Durum belki de ifade edemediğimizden daha vahimdir ama az da olsa, karanlık gecede bir ateş böceği ışığı da olsa bir takım gelişmeler ümit verici olmaktadır. Ama bu konuda gençlerimizi kültürel olarak yetiştirmek için daha çok çaba ve gayret sarf etmemiz gerekliliğini bir mükellefiyet olarak omuzlarımıza yüklemektedir. Bu konularda En başta aileler olmak üzere Fransa’da yaşayan Türk toplumunun çeşitli kesimlerine büyük fedakarlıklar ve görevler düşmektedir.
 
Ailelerin her şeyden önce kendi dünya algılamalarını değiştirmeleri, hayatın odağında duran değeri değiştirmeleri gerekmektedir. Anne-Babalık çocuğun sadece maddi ihtiyaçlarını karşılamak, ona lüx bir çocukluk yaşatmak demek değildir. Onun manevi ve kültürel gelişimi noktasında da bir takım fedakârlıklar yapmayı da gerektirmektedir. Daha çocukluğundan itibaren okulu ile arkadaş çevresi ile iletişim kurabilmektir.  En iyi evlat en kısa yoldan hayata atılıp, çok para kazanan evlat demek değildir. Aileler  kendilerini geliştirmenin yollarını aramalıdır. Düzenlenen kültürel içerikli konferanslara ve programlara katılım yolun neresinde olduğumuz konusunda bir ipucu olabilir.
 
Gençlerimizin bu kültürel başıboşluktan kurtulabilmeleri için omuzlarında sorumluluk olan ikinci kısım STK’lar dediğimiz Fransa’da yaşayan işçilerimizin ve vatandaşlarımızın kurmuş oldukları derneklerdir. İşin en ilginç ve traji-komik tarafı da buradadır. Birçoğunun adı “kültür” derneği olmasına rağmen kültürel hiçbir faaliyet yapmadan yıllardır varlığını sürdüren ve gençlerimizin anne-babalarından aldıkları aidatlarla hayatiyetini devam ettiren dernekler olduğunu görmek üzerinde düşünülmesi gereken bir konu olarak karşımıza çıkmaktadır. Mesela Adı; “Türk-Fransız Dostluk ve Kültür Derneği” gibi ifadelerle örgütlenmiş, kurulduğu tarihin üzerinden yirmi yirmi beş yıl geçtiği halde kapısından içeriye bir tane bile Fransız girmemiş, bir kez bile Türk kültüründen bir iz ortaya koymamış onlarca derneğimiz mevcut.  Bu gerek camii derneği, gerek diğer alanlarda faaliyet gösterme iddiası içindeki dernekler için geçerlidir. Tabii istisnaların kaideyi bozmadığını zihnimizin bir köşesinde tutalım. Derneklerin yapabileceği birçok etkinlik ve hatta bazılarında büyükçe bütçelerde olmasına rağmen hiçbir şey yapmadan durmaları çok garip bir toplumsal hastalığımız olduğu kanaatindeyim. Ya da bir çok derneğimizde gençlik kolları olmaması yada sadece kağıt üzerinde olması da ayrı bir husus.
 
avrupadaki_turkler6Yine üzerinde sorumluluk olan diğer bir kesim biraz daha kurumsal kimlikleri ile Fransa’da bulunan, başta Kültür Müşavirliği, Eğitim Müşavirliği, Din Müşavirliği olmak üzere Büyük Elçiliğimize ve Konsolosluklarımıza da büyük görev düşmektedir. Kültür Müşavirliğinin bu yaz döneminde Fransa’da Üniversite okuyan gençler için düzenlemiş olduğu “Türkiye Gezisi” takdire şayandır. Ama kanaatimizce çok geç kalmış bir faaliyettir. Diğer taraftan Din Müşavirliğimizin geçen yaz ve bu yaz 14-18 yaş arası gençleri Türkiye’ye eğitim ve tarihi ve kültürel yerlerimizi gezdirmek sureti ile yapmış olduğu programda aynı şekilde takdiri hak etmektedir. Ama şunu göz ardı etmeyelim tek çiçekle bahar gelmez ifadesi yine bizim kültürümüze ait bir ifadedir. Eğitim Müşavirliğimizin de normal prosedürün dışında gençlere yönelik faaliyetler içerisinde olması gerektiği kanaatindeyim. Diyanet İşleri Başkanlığımızın Yurt Dışına gönderdiği Din Görevlilerinin yaş ortalamasını gençleştirmesi pozitif bir gelişme ama bununla beraber anlayış ve zihniyetinde gençleşmesi gerektiği aşikar ve inkar edilemez bir gerçektir. Turizm ve Kültür Müşavirliğimizin Turizm alanında yapmış olduğu faaliyetlerin başarısını bir an önce sahaya inmek sureti ile kültür alanında göstermesi ivedilikle elzem bir konudur.
 
Çözüm “zararın neresinden dönülürse kardır” anlayışını Fransa’da yaşayan Türk Toplumu olarak bir an önce toplum hayatımızda uygulamaktan geçiyor. Eğer burada kalıcı olmak, küresel aktör olma yolundaki Türkiye’nin Avrupalı vatandaşları olarak varlığımızı sürdürmek istiyorsak gençlerimizin eğitiminden, kültürel değerlerimizle yetişmiş olmasından kaynaklanıyor.
 
Son söz olarak tarihinden manevi ve kültürel değerlerinden habersiz yetişen gençlerin ayakları üzerinde duramayacağı, çeşitli cereyan ve rüzgârlara kapılıp savrulacağı inkâr edilemez sosyolojik bir kuraldır. Din, dil, tarih bilinci oluşturmak için hepimizin bir misyoner fedakârlığında, bir beyin cerrahı titizliğinde çalışmamız gerekiyor. Tabii bu satırları yazarken veya okurken kendisini geliştirmiş, toplumda belirli bir yer edinmiş kültürünü en iyi şekilde tanıyan ve tanıtan gençlerimiz, vatandaşlarımız ve ailelerini ayrı bir yere koyuyor ve değerlendiriyoruz. Temennimiz bu gibi örneklerin, tün toplumuza yayılmasıdır. Görev bizleri çağırıyor...