Gökyüzü umudumdur

İbrahim Çolak
Seninle yürümenin güzelliğini, seninle susmanın zenginliğini, seninle yemek yemenin, çay içmenin, gülümsemenin yaşadıkça yaşamak oluşunu… Sana gelmenin, seni beklemenin, sana yakın olmanın heyecanını… Söylemediklerimi hissetmeni, söylediklerimi söylediklerimden farklı ve gönlünden geçirerek anlamanı… Dile gelen ve gelmeyen her şeyin ötesinde kalplerimizin bir dili… Birbirimizin dilini öğrenmenin de sevmek olduğuna inanıyorum.
 
Yeni bir yolculuk öncesindeyim… Yolculuklar ki hemen her yolculuğumda -hele de gece yolculuğu ise- kaybolmayı dilerim de kaybolamam. Günlüklerimde yolları, ıssız dağ başlarını, deli-dolu düşlerimi, korku ve kaçışlarımı yazmışımdır. Bazen, -özellikle molalarda- insanları gözlemlerim, çayımı ve sigaramı içerken... Yine yolculuklardadır en iyi okumalarım... Ve bir gün, hiç bilmediğim bir yerde inip, yeniden hayata başlama gibi bir düşün kışkırtıcılığını yaşarım.
 
Hayatı akan bir nehir kabul ediyorum. Kızıp, küsüp, darılıp kenara çıktığımızda nehrin akışı milim değişmiyor, hayat kendi ritminde akar, gider. Nehrin içindeyizdir; sağından, solundan, ortasından gitmek bize kalmış. Giderken konuşa konuşa da gidebileceğimiz gibi suratımızı asıp, önümüzde gibi görünenleri kıskanarak da yol alabiliriz. Önümüzde ve arkamızda olanlardan ziyade yanımızda, yöremizde olanlarla paylaşarak, bu insanlarla hemhal olarak yol almalıyız diye düşünüyorum. “Ben uzun zaman kendi kendime yaşamışım, bir süre sonra her şeyi dışarıda, insanlarda aramışım. Huzuru, hareketi, rengi, mutluluğu, sevgiyi... O zaman hiçbir zaman hepsi tam olmuyor ve mutluluk imkânsız hale geliyordu benim için.” Bu tırnak içine aldığım satırları sık sık hatırlatsan da ben de uzun uzun yazsam bu konuda. Ancak şimdi söyleyeceklerim de var. Aslında hepimiz birbirimize benzeriz. Bay-bayan olmamız bazı reflekslerimizi farklı kılsa da sevgimiz, merhametimiz, coşkumuz aynı kaynaktan ve aynı şekilde beslenir. Sözü uzatmayacağım. İçimizdeki ateşe kendimiz odun taşırız. Bu ateşin odununu dışarıdan, anne, baba, eş, arkadaşlardan da beklemek hakkımız ancak bir gün biri kaybolur, bir gün biri ıslak odun getirir, bir gün birine bizden fazla odun lazım olur. Yani demem şu ki, içimizdeki ateşe odun taşıyacak, coşkumuzu –ateşimizi-diri tutacak olan biziz. Dışarıdan gelen eksik gelir sevdiğim.
 
Gökyüzüne bakarken, dünyada tuttuğum yerin küçüklüğünü ve inanmanın gönenmişliğini yaşıyorum. Gökyüzüne bakarken seni anıyor, şu cümlelerimi hatırlıyorum: “Yukarıda, başımın üzerinde, dupduru gökyüzünde sütsü bulutlar, sana benzetiyorum. Diyeceksin ki nasıl? Anlatmam, ama işte öyle, sana benziyorlar.” Yenildik Hace, s.28
 
Seni tanımak, sevinçlerimi yazarken elime aldığım kalem oluyor, dostluğun ilmeği, koşar adım giderken durup nefeslenmek… Kimseye konuşamazken sana konuşmak, çekinmeden sana anlatmak oluyor. Kollarımı açıp yüzümü rüzgâra veriyor, kaç kezdir dinlediğim türküye yeni anlamlar yüklüyorum. Umudumu geleceğe taşımak oluyor seni tanımak. Sırlarımı gönlüne emanet ediyorum.
 
“Mutluluk deyince bugün düpedüz nesnel bir şey anlıyorum ben, yani bütünlüğün kendisini, zamansız bir varoluşu, dünyanın sonsuz müziğini ve başkalarının gökkürelerinin uyumunu ya da Tanrının gülümsemesi diye nitelediği şeyi anlıyorum.” (Şeftali Ağacı, s.94) Mutluluk nedir, tanımlayamam. Yalnız dostlarım ve sevdiğim insanların saadeti için ettiğim duanın kalbime iyi geldiğini derinden hissediyorum. Bazen, hatta çok zaman, sevgiye doğal bir durum değil de mucize gözüyle bakıyorum. Sevgimi, sevgimizi mucize sayıyorum.
 
“Düşünceli düşünceli:
-Söyle bana, dedi, yüreğin ve gözlerin çok şey sevmiş olmalı, bu kadar çok yeri ve kişiyi aklında tutabilmen için. Gardi Geç başını hafifçe eğdi:
-Gökkubbenin altında çok yer ve sevilecek çok kişi var. Aynı görüşte değil misin?
-Hayır, dedi Tursen, hayır. Herkesin dostu olan hiç kimsenin dostu değildir.” (Atlılar, s.65)
Şu gökkubbenin altında aynı zaman diliminde yaşamış olmamıza şükrediyorum.
İnsan paylaşır, insan insanla çoğalır. İnsan kitap okur!
Seninle aynı kitapları okumak, aynı satırların altını çizmek duygusallık değil, gerçeğin ta kendisidir.
Gerçek şudur: Seni seviyorum ve dostumsun. Bahtiyarım.
 
Anılar, düşler, notlar, yolculuklar, coşkular, hüzünler, yalnızlıklar, ölümler, kavuşmalar… Elime ne geçmişse, ne yazmışsam, insanlardan, düşlerimden, anılardan, yollardan ne toplamışsam dolaplara tıkmışım. Onlarca ajanda, yüzlerce mail, yüzerce not ve yüzlerce Word sayfasına bölük pörçük, çalakalem yazılmış yazılar... Tekrar okunması gereken kitaplar. Aynı yazıyı kaybolmasın diye birkaç sayfaya not etmişim, yüzlerce sayfa çıkış almışım. Odam ve dolabım karmakarışık. Seni davet edemiyorum! Zaman geçiyor, ben bunca karışıklığı nasıl düzelteceğimi bilmiyorum. Bir yandan günlük hayatın rutin telaşı, diğer yandan yeni kitabın hazırlığına başlamak için gösterdiğim tembellik. Yak gitsin diyor içimden bir ses, yak gitsin, gönlünde mürekkep varsa yeniden yazarsın.
 
Benim çocukluğumda, eskiyen eşya ve giysileri toplayanlar olurdu. Aldıklarına karşılık mandal, çamaşır leğeni türünden şeyler verirlerdi ve sloganları şuydu: “Şişelere mandal!” Bugünlerde benim yapmaya çalıştığım da bu. Yıllar yılı yazıp bir taraflara attığım notlarımı toparlamaya –satmaya- çalışıyorum. Notlarıma, karalamalarıma, çalakalem yazdıklarıma sen ne verirsin?
 
Kaç zamandır geceleri yalnızca yürüyor, başım önümde, üst üste sigaralar içiyorum. Parklarda oturuyor, elimdeki kitaptan birkaç sayfa okuyorum. Türküler dinliyorum; “Sen gel diyorsun…” , ben “Güzel seni çok özledim…” diyorum. Kendimi karanlık hüznün ve tükenmişliğin kollarına bırakacak olur gibi olsam da aydınlık olan adın, özlediğim varlığın bir umuttur sevdiğim; bir umut direniyor içimde. Hüzünle mutluluk arası kısa mesafe. Duamız uzun olsun sevdiğim.
 
Sana leylak çiçeği seçtim çiçeklerin içinden.
Sana umut olan sabahlar getirmek istiyorum.
Sana yüreğimde duyduğum şu heyecan dolu çırpınışı…
Sana, içinde hasretin olan sabahlar getirmek istiyorum.
 
Seni özlediğimde bütün şehirler uzak…
 
Allah esirgeyen ve bağışlayandır!