Memleketim, Anadolu’nun şirin ve kendi halinde bir ilçesi, gölün kıyısında bir Beyşehir, Beyşehir Gölü yanında bir şehir. Adıyla anılan göl kaç vakittir can çekişiyor, nefes almakta zorlanıyor. Ben demiştim demek hoş değil de koca koca adamlar, yazarlar, çizerler, gazeteciler, balıkçısından akademisyenine martısından balığına deyip durdu, göl gidiyor, yok oluyor, böyle giderse kuruyacak diye.
Nihayet ana haberlere konu olabildi vahim ve acıklı durum, ne kadar tesirli ve faydalı olacaksa artık. “Aaa bak burada bir zamanlar göl vardı” diyeceğimiz zamanlar çok uzak değil kaldı ki bir zamanlar halen sapasağlam ayakta duran taş köprüyü suların aştığını da gördü bu nesil. Demem o ki çok uzak değil göl haykırmaya başlayalı.
Eskiden insanlar Beyşehir Gölü’nün kıyısında oturur, maviliğine bakar, “Ne büyük nimet ne güzel manzara” derdi. Şimdi aynı insanlar gölün kıyısına gidip çatlayıp kuruyan toprakları seyrediyor ve “ben tam da şuradan göle girmiştim” diye anılarını tazeliyor. Ne şanslıyız ki, bizler tarihe tanıklık eden bir nesiliz: Gölün varlığını da biliyoruz, yokluğunu da.
İnsan bazen düşünüyor: Acaba göl kendi isteğiyle mi çekiliyor? “Ben bu kadar ihmal edilip kirletildiysem, biraz da size susuzluk lazım” mı diyor? Belki de göl, bize çok şey anlatmaya çalışıyor ama biz hâlâ onu hunharca harcamaya devam ediyoruz.
Beyşehir Gölü kuruyor. Aslında sadece bir göl değil, bir hatıra, bir yaşam biçimi, bir kültür de kuruyor. Sanki Anadolu’nun kalbinden bir parça çekilip alınıyor. Bizler hâlâ günümüz telaşlarıyla meşgulken, göl yavaş yavaş gözden kayboluyor. Ve en acısı, yok oluşunu sessizce izlememiz.
Bir zamanlar gölün adalarında kuşlar yuva kurardı, balıkçılar ağıyla geçimini sağlar, göl kenarında türküler söylenirdi. Şimdi geriye, “Bir zamanlar burada göl vardı” diye anlatılacak hikâyeler kalıyor. Sanki doğa, bize unutulmaz bir ders veriyor: “Beni tüketirseniz, kendi geleceğinizi de kurutursunuz.”
Beyşehir Gölü, sadece bir göl değil, bir hafıza. Çocukluğumuzun piknikleri, yaz akşamlarının serinliği, balıkçıların sabah telaşı… Hepsi gölün suyu çekildikçe bizim içimizden de çekiliyor. Beyşehir Gölünde gün batımının, bilinen en güzel üç beş manzaradan biri olduğunu söyleyip duruyoruz. Korkarım çorak bir vahada izlemek zorunda kalacağız güneşin batışını.
Eskiden gölde balık vardı. Hem de sadece Beyşehir Gölünde bulunan tatlı su balıkları. Şimdi o balıklar, su ürünleri bölümü öğrencileri tarafından fosil olarak incelenmeye aday. Biraz daha beklersek göl, balıkçılık değil, “bozkırda safari” turizmine hizmet eder. Zaten turizm çeşitliliği önemli değil mi? Bir gölün kuruması da sonuçta bir çeşit deneyimdir: Su yok, balık yok, kuş yok ama bol bol “nostalji” var.
Tabii suyun çekilmesiyle birlikte başka faydalar da doğuyor. Mesela gölün yerinde kocaman bir arazi açılıyor. Ne güzel! Ülkece zaten boş arazi bulmakta zorlanıyoruz. Tarım mı yaparız, otopark mı açarız, AVM mi dikeriz, tamamen hayal gücümüze kalmış. Acı veriyor değil mi bu cümleler bile…
Belki göl bizden daha çok insana benziyordur. Susuz kaldığında, görmezden gelindiğinde, yük bindirildiğinde sessizce çekiliyor. Ve sonunda arkasında kuraklık bırakıyor. Yani, göl aslında bize ayna tutuyor: “Benim halim buysa, sizinkini varın siz düşünün” diyor.
Sahi, ne besliyordu gölü, suyu nereden geliyordu? Ben bilim insanı değilim, sosyolog değilim, akademisyen değilim, siyasetçi hiç değilim ama çocukluğu ve ilk gençlik yıllarını gölün göğsünde yaşamış bir memleket severim. Ve daha benim gibi pek çok memleket sevdalısı gölün bu durumundan son derece müteessir ve mahzun. “Ne mi yapılacak!” Bu soru için fazla geç değil mi?