HAFIZ İSMAİL (14)

Osman Uzunkaya

                Hafız İsmail’in zihnine mıh gibi çakılan anılar, “Çifte saatli medrese” de okuduğu talebelik dönemiyle ilgiliydi. Hocası Şükrü efendi’nin ağzından düşürmediği Hz. Ali’ye ait; “İlim bahçesi cennet bahçesidir.” Sözünü her duyuşunda kendisini cennet bahçesindeymiş gibi hisseder, olumsuzlukları görmezden gelirdi. Bu yüzden de anılarının hep güzel yönlerini hatırlar, hocası Şükrü efendi’den yediği dayakları ve bu uğurda çektiği sıkıntıları; cennet bahçesinin gülü olur da, dikeni olmaz mı? Diye nitelerdi.  Çile ile aç, susuz ve yokluk içinde geçen talebelik yılları ona sabrın sonunun selamet olacağını öğretmişti. Sonunda “Hafız” olup muradına ermiş, ana ve babasının gurur kaynağı;  eş, dost ve akrabasının sevdiği, saydığı biri olup çıkmıştır. Hocası Şükrü efendi’den hafızlık icazeti almış ve yapılan hafızlık töreninde okuduğu aşrı şerifle dikkatleri üzerine çekmeyi başarmıştı. O gösterdiği çaba ve azim sayesinde hedefine ulaşmış, ideallerinin gerçekleşmiş olması onu son derece mutlu etmişti.

                Şimdi sıra memlekete dönmeye gelmişti. Dokuz yaşındayken ayrıldığı ve bu zamana kadar ancak birkaç kez görebildiği ana ve babası aklından çıkmıyor, onlara kavuşacak olma ümidi hayallerini süslüyordu. Bir gün önce rüyasında anasını ağlarken görmüştü. Ertesi gün gördüğü rüyayı arkadaşı Mustafa’ya anlatmış, Mustafa bu rüyayı; “Güzel bir rüya görmüşün İsmail, yakında ailene kavuşacaksın. Hiç merak etme!” Diye yorumlamıştı. Hocasından izin alacağından emin bir şekilde yol hazırlıklarına başlayan hafız İsmail, müderris Şükrü efendi’nin; “Hayır, olmaz! Senin tahsil hayatın daha bitmedi. Köye falan gidemezsin!” Çıkışıyla karşılaşınca ruh dünyası darmadağın olmuş ve büyük bir hayal kırıklığı yaşamıştı.

                Bir gün sabahın erken vaktinde, İsmail’in eskiden kaldığı hanın sahibi Abdullah ağa bağ evini ziyarete gelmişti. Abdullah ağa bir müddet oturup hal ve hatır sorduktan sonra, İsmail’in babası hacı Mehmet’ten gelen ucu yırtık küçük bir kağıt parçasını cebinden çıkararak İsmail’e uzatıp; “Müjdemi isterim oğul, sana mektup var!” Dedi. İsmail pusulayı alır almaz merdivenleri süratli bir şekilde tırmanarak üst kata yöneldi. Pusulayı hızlıca açıp okumaya başladı. Gelen pusulada şunlar yazıyordu: “Hafız oğlum, yürek parem. Seni Emin efe’nin kızı Fadime ile nişanladık. Hayırlı olsun. Selam eder, üzüm karası gözlerinden öperiz.” Buda neyin nesiydi? Bu kızda kimdi? Beklemediği bu haber heyecanlanmasına sebep olmuş, bir süre şaşkınlığını üzerinden atamamıştı. Medreseye gidip gelip deliler gibi ders çalışmaktan evlenmeyi düşünecek vakit mi vardı? Elindeki kağıtta yazanları tekrar okudu. Yazılanlarda her hangi bir yanlışlık yoktu. Birden içine bir köz düştü ve yüreği yerinden çıkacakmış gibi çarpmaya başladı. O an derin bir düşünceye daldı. Nişanlısı Emin efe’nin kızı Fadime’yi beline kadar inen balıksırtı modeli saç örgüsünden hatırladı. O yıllarda hoca mektebinde birlikte okuyup, oyun oynadıkları komşularının mavi gözlü sarışın kızı Emine’ye çocuksu sevgi hisleri beslemişti beslemesine ama şehre gelince Emine’yi unutmuş ve içindeki o hislerden hiç bir eser kalmamıştı. Evlilik çağı gelmiş olsa da birkaç yıl sonra askere gidecekti. Doluya koyuyor almıyor, boşa koyuyor dolmuyordu. Beynini en çok hocası Şükrü efendi’den nasıl izin alacağı meşgul ediyordu. Kendi kendine en iyisi babama haber uçurmak, o gelsin durumu hocama açıklasın, beni de alsın köye götürsün diye mırıldandı. En uygunu da buydu. Ertesi gün durumunu anlatan uzunca bir mektup yazarak köye gitmek üzere handa bekleyen köylülerden birine emanet etti ve ona; “Bunu babama mutlaka ver! Çok önemli.” Diye tembih etti.  (devam edecek)

                Kalın sağlıcakla..