Hafız İsmail (26)

Osman Uzunkaya

         

                Tabiat ana, bağrına çivi gibi saplanan yağmur tanelerinin darbeleriyle, buz gibi esen rüzgârlı havanın esaretine teslim olmuştu. Kış adeta ben geliyorum diye haykırıyordu. Havalar bir müddet daha esip gürleyecek, ardından kar zerrecikleri yeryüzünü ağartmaya başlayacaktı. Ağaracak ve beyaza boyanacak olan sadece yeryüzü değildi elbette. Evlerin yarı yıkık çelenleri, dam ve avlu duvarları, at arabaları, kağnılar ve köyün karşısındaki tepeyi kaplayan koruluktaki ağaçlar da bundan nasibini alacaktı. Köydeki damlar pekte korunaklı sayılmazdı. Her yıl kar yağmaya başlayınca köyün genci, yaşlısı kadını, kızı dam tepelerinde yerini alır, ellerindeki küreklerle kar birikintilerini bir güzel temizlerdi. Anne ve babalarına yardımcı olmak isteyen çocuklar ebeveynlerinin yüreğini ağzına getirirdi. “Oğlum dikkat et!”, “Aman çelene yaklaşma!” “Kızım düşeceksin, gel buraya” Gibi uyarılara aldırmadan ellerine geçirdikleri ahşap küreklerle kar kürümek için ortalıkta koştururlardı. İki yıl önce “Topal Yusuf”un on iki yaşındaki oğlu Hasan damdan düşmüş, Allah’tan yerdeki kalın kar tabakası onu korumuştu. İşte bu yüzden herkes dikkat kesiliyor, çocuklarını dam başından uzaklaştırmak için elinden geleni yapıyordu. Damdaki karı kürümekle iş bitmiyordu. Damlar kardan arındırıldıktan sonra, toprakla saman karıştırılır bu karışım kovalarla taşınarak damın ıslak zeminine serilirdi. Ardından da damın yüzeyi “Yuvak” Denilen silindir şeklindeki taşla sıkıştırılır, böylece damın akması önlenmiş olurdu. Köylüler, evinin çatısı olan muhtar Ömer Ali ağa ile köyün bilge kişisi “Büyük hoca” ya imrenirlerdi. Aralarında; “Ah! Şu dam kürüme işinden bir kurtulsak.” Diye birbirlerine söylenir dururlardı.

                O yıl çok yaman bir kış olmuştu. Köyün her yeri buz tabakasıyla kaplanmış ve dam çelenlerinde uzun sarkaçlar oluşmuştu. Sokaklardaki devasa kar yığınları neredeyse dam boylarına yaklaşmıştı. Gençler ve çocuklar damdan dama atlayarak eğleniyorlar, bağrış ve çağrış gırla gidiyordu. Bir birleriyle kartopu oynayan çocukların neşesine diyecek yoktu. Ya büyüklere ne demeliydi. Onlarda katılmıştı kartopu oyununa. Damdan dama, aşağıdan yukarıya ve yukarıdan aşağıya uçuşan kartopları birilerinin ensesinde patlıyor, ondan sonra bir kahkaha tufanı başlıyordu. Soğuktan elleri buz kesen, burunları ve kulakları kıpkırmızı olan kartopu oyuncuları sonunda pes etmişlerdi. Bir müddet sonra kartopu oynayanların her biri sessiz ve sedasız bir şekilde damlarını terk edip, evlerine çekilmişlerdi. Sobanın başında biraz ısınıp dinlendikten sonra tekrar dışarıya çıkacak ve yarım kalan oyunlarını oynamaya devam edeceklerdi.

                Hafız İsmail talebeleriyle birlikte sabahın erken vaktinde başladığı kar kürüme işini hala sürdürmekteydi. Yukarı cami, Celalin çeşmesi ve hoca mektebi civarındaki kar yığınları kısmen de olsa temizlenmiş, buraya geliş ve gidişi kolaylaştıracak yollar açılmıştı. Yorgunluğu her halinden belli olan hafız İsmail, talebelerini yanına çağırarak; “Arkadaşlar bugünlük bu kadar. Yarın yine aynı saatte burada buluşalım. Şu gördüğünüz karları da temizleyelim. Sonra mektebe geçeriz.” Diyerek çalışmanın bittiğini ilan etti. O esna da muhtar Ömer Ali Ağa ile Yörük İbrahim’in peş peşe söyledikleri;  “Kolay gelsin hafız, rast gele.” Sözleri kulaklarda yankılandı.  Onlarla birkaç dakika konuşan hafız İsmail, sırılsıklam olmuş yün çoraplarını ayaklarından çıkardı. Altı delik lastik ayakkabılarını yerde sürüyerek oradan uzaklaştı.  (devam edecek)

                Sağlıcakla kalınız..