HAFIZ İSMAİL  (6)

Osman Uzunkaya
                                                     
    Ziyaret zamanı sona ermişti. İsmail; “ ilk fırsatta babamla yanına geleceğiz. Üzülme emi.” Diyerek anasına veda etmiş ve hastaneden ayrılmıştı. Tekrar han’a gelmiş, ilçeye gidecek bir araç bulmak için etrafı kolaçan ederken inşaat malzemeleriyle dolu bir kamyonet kasasında kendine yer bulmuştu. Köyü ilçeye otuz kilometre uzaklıktaydı. Yol kenarında inip, koruluk alanda bir saat kadar yürüdükten sonra köyüne ulaşmıştı. Oğlunun köye geleceği haberini alan hacı Mehmet, çoktan hazırlıklara başlamıştı. Komşuları evlerinin pencerelerini bayraklarla süsleyip asker hafız İsmail’i beklemeye başlamıştı.
        Evlerin “Ön dam”ları hane halkı tarafından tıka basa doldurulmuş, İsmail uzaktan görülür görülmez zurnacı Kerim zurnasını üflemeye başlamış, davulcu Zeynel’de ona eşlik etmişti. Mahalleli coşkulu bir şekilde asker İsmail’i karşılamıştı.
        Asker İsmail’e hoş geldin ziyaretleri günlerce sürmüştü. Yalnız İsmail’in aklı hep hastane de ve bırakıp geldiği anasındaydı. Babası; “Oğlum şu misafirin ardı arkası kesilsin de öyle gidelim anana.” Dese de, İsmail’in içi hiç rahat değildi. Dört gün sonra babası İsmail’e hazırlan yarın anana gidiyoruz.”Deyince Dünyalar onun olmuştu. O gün gece geç saatte yatmış, ancak sabaha karşı uyuyabilmişti. Her yer sis içindeydi. Hastaneye gitmiş ama anasını odasında bulamamıştı. Anası ile aynı odayı paylaşan yaşlı kadın, yastığının altından çıkardığı bir adet pirinç bileziği İsmail’e uzatarak; “Bu sana anandan yadigâr.” Demişti. İsmail, sabah ezanları okunurken uyanmış ve gördüğü bu rüyayı hayra yormak istemişti. Ancak kendi kendine sorduğu; “Acaba anama bir şey mi oldu?” Sorusuna cevap bulmakta hayli zorlanmıştı. Babasına rüyasını anlatmak istemiş ama bundan son anda vazgeçmişti.
                Baba oğul hastanenin önündeki akasya ağaçlarına sırtını vermiş, ziyaret zamanını beklemeye başlamıştı. Babası hacı Mehmet, orada bulunan seyyar satıcılardan anası için bir miktar meyve almıştı.
                İtiş kakış ve uğultunun kol gezdiği bir ortamda hastaneye adımlarını atan baba ve oğul, kıymetlilerini görmek için sabırsızlanmaya başlamıştı. İsmail babasından ayrılıp koşar adımlarla anasının odasına yönelmişti. Fakat anası odasında yoktu. Anasının yanındaki yaşlı kadına; “Teyze anam nerede?” Diye surmuş, yaşlı kadın nemlenen gözleriyle ona; “Anan sizlere ömür evladım. Onu dün gece kaybettik. Şu bileziği de sana bıraktı. Hafız oğlum, kara kuzum diyerek son nefesini verdi.” Demişti.  İsmail, ne yazık ki dün gece gördüğü rüyayı şu an bire bir yaşıyordu. Canı gibi sevdiği anasını kaybeden İsmail, kendinden geçmiş, sendeleyerek yere yığılmıştı. Babasının elindeki kese kağıdı yere düşmüş, meyveler etrafa saçılmıştı. Dünyaları başlarına yıkılan baba ve oğul, bir birlerine sarılarak oracıkta uzun bir süre ağlamışlardı. Bu durumu görenler onları teselli etmek için ellerinden geleni yapmış olsa da, ateş düştüğü yeri yakmıştı. Yüreği param parça olan İsmail hem kendini hem de babasını suçlamıştı. Babasına;” Niçin bir gün önce gelmedik baba? niye anamla ilgilenmedik. Ben kendimi nasıl affedeceğim.”Diye söylenirken, babası da ona; “Mukadderat bu oğlum, elimizden ne gelir ki!” Diye cevap vermiş, ikisi de bitkin ve perişan bir vaziyette doktorla görüşmek için hastane odasından ayrılmışlardı. İsmail içindeki hüznü nasıl bastıracağını ve bu acıya nasıl dayanacağını bilmez bir halde, tıpkı rüzgârın önündeki kuru yaprak gibi sağa sola savrulduğunu hissediyordu. (devam edecek)
     Kalın sağlıcakla..