Hafız İsmail(9)

Osman Uzunkaya

       Hafız İsmail’in oğlu Ömer, bu gurbet köyüne geldiklerinde henüz üç aylık bir bebekti. Aradan yıllar geçmişti. O zaman üç aylık olan Ömer bebek şimdi iki yaşına basmıştı. Yeni dillenmeye başlayan, sevimliliği ve hareketliliği ile ailesinin neşe kaynağı olan Ömer’in yakında bir kardeşi olacaktı. Bu yüzden hafız İsmail ve eşi son derece heyecanlıydı. Komşu kadın Elmas teyze, Muhtar Recep Ağanın hanımı Şermin ve bakkal Faruk’un hanımı Atiye bir an olsun hafız İsmail’in hanımı Fadime’yi yalnız bırakmıyor, ona yardımcı olabilmek için adeta bir birleriyle yarışıyorlardı. Köyün ebesi Melahat haberi alır almaz Fadime’nin yanına koşmuş ona; ”Sancın başlar başlamaz bana bir haber uçuruver.” Demişti.

        Merak ve endişenin yoğun olduğu bekleyişin sonuna gelinmiş, Fadime’nin doğum sancıları başlamıştı. Melahat ebe yanına bir yardımcı alarak diğerlerinden odayı terk etmelerini istemişti. Kısa bir zaman sonra doğum gerçekleşmişti. Melahat ebe Fadime’ye; “ Müjdemi isterim hanım. Nur topu gibi bir kızın oldu.” Diyerek bebeğini kucağına vermişti. Fadime’yi ağlatan doğum sancısı şimdi yerini mutluluk gözyaşlarına bırakmış, “Inga” Diye bağıran bebeğin o tatlı sedası sokağa yayılmıştı. Muhtar Recep Ağa’nın hanımı Şermin, orada bulunan çocuklardan biriyle hafız İsmail’e haber göndermişti. Haberi alan hafız İsmail sevincinden ne yapacağını şaşırmış, “müjdemi isterim hoca emmi.” Diyen talebesine cebinden çıkardığı beş kuruşu uzatarak; “Al bakalım, sağ ol!” Demişti. Sonrada“Allah’ım! Sana şükürler olsun!” diye dua etmişti.

                Daha dün gibiydi. Kendi kendine zaman ne çabuk geçti, hayret! Şimdi ben iki çocuk babası mı oldum diye mırıldandı. Hiç unutamadığı ve onu “Kara Kuzum” Diye seven anası aklına geldi. Gözleri nemlendi. Anası onu bir dağ başında doğurmuştu. Her fırsatta onu nasıl ve hangi şartlarda doğurduğunu anlatır, sözünü; “Bu çocuk tam dağlı, çünkü ben onu dağ başında doğurdum.”Diye noktalardı. Anası onu doğurduğu gün köyün üç veya dört kilometre ilersinde büyükçe bir tepenin yamacında bulunan bostan tarlasındaki babası hacı Mehmet’e azık götürmüştü. Tarladan köye dönerken tepenin köye bakan yamacında doğum sancısı başlamış, eşeğin sırtından güç bela inerek büyük bir kayanın oyuğuna sığınmıştı. Sancısı daha artmış, bağırıp çağırması kâr etmemişti. Oracıkta yavrusunu doğurmuştu. Bebeğinin çıplak bedenine eteğinden yırttığı bezi sararak bir kilometre kadar yürüyüp ancak akşam saatlerinde eve dönebilmişti. Görümcesiyle bebeği bir güzel yıkamışlar, büyüyünce hafız olsun diye kur’a nın yaprağındaki tozu elleriyle ağzına sürmüşlerdi. Anası onun hafız olmasını çok isterdi. Ona; “Oğlum hafız ol da talebelerini doğduğun yere gezmeye götür. Onlara bakın çocuklar ben burada doğmuşum diyerek doğduğun yeri göster.” Derdi. Hafız İsmail derin düşüncelerden sıyrılarak kızıma anamın adını koymalıyım, onun adı Sedef olmalı diye düşündü. Hanımına; “Eğer sende razı olursan kızımızın adını Sedef koyalım.” Dedi. Hanımı ona nemli gözleriyle bakıp  “Olur.” Diye cevap verdi. Hafız İsmail hiçbir şeyden habersiz yatmakta olan sabinin kulağına eğilerek ezanı-ı şerifi okudu. Ardından da üç kez; “Adını Sedef koydum, senin adın Sedef olsun. Bahtın açık, kaderin güzel olsun.” Diye temenni de bulundu. Oturduğu yerden kalkıp pencerenin önüne yöneldi. Anasının hayalini göremeyince içi bir hoş oldu. Onu izleyen hanımı; “İsmail, ananın hayalini göremen gayrı. Çünkü o aramıza döndü. Onun hasretini Sedef’imizle gidereceğiz.” Dedi. Hafız İsmail, hanımının bu sözlerine katıldığını ima edercesine dudağını sıkıp, başını salladı. Öğle vakti yaklaşmıştı. Camiye gitmek üzere hanımına “Allah’a ısmarladık.” Deyip evden ayrıldı.  (devam edecek)

                Kalın sağlıcakla..