HANGİ SOFRA

Hakan Bahçeci

            Malum mübarek Ramazan ayı; oruç ayı, teravih ayı, af ve mağfiret ayı, sükûnet ayı, iftar ve sahur ayı… Bu iklimin kim ne derse desin kimler sulandırmak isterse istesin kendi havası, kokusu ve rengi muhkem olarak koruyor kendini. Bu ay kendini koruyor da bizler son çağın Müslümanları olarak bu ayı koruyabiliyor muyuz?

            Yukarıdaki soruyu üç gün önce davet edildiğim bir iftar sofrasında sordum kendime. İsminin anılmasından rahatsız olacağını bildiğim için ismini anmak istemediğim Konya esnafından bir dostumuz Kapu Camii civarında mütevazi bir iftar yemeği verdi. “Mütevazi” olarak vasıflayışımın sebebi, sofrada ikram edilenlerin cinsi ve miktarından dolayı değil, davet edilenlerin takındıkları mahcubiyetten ve hiçbirinin ismini bilmiyor olmamızdandır.

            Konyalı bilir, Kapu Caminin müdavimleri vardır ve bunlar arasında her vakit illa bir derviş de safa durmuştur. Eskilerde Kapu Camiinde sabah namazı kılmayana, Konyalılar kız vermezmiş.

Sabah namazı sonrası cemaatin çorba içme adetini bilmeyen yok ondan olsa gerek meşhur çorbacılar hep o civardan çıkıyor. Kapu camiinin cemaati arasında derviş de var mazlum da evi olmayan da var halk arasında meczup denen masumlar da kim bilir belki de onlardır derviş olanlar…

            Bahsini açtığım sofrada işte onlar vardı. Caminin üst sokağında bir çay ocağına kurulmuş sofraya davet edilen kırk kadar bu Müslüman kardeşlerle birlikte iftar açtık.

Çekingen lakin mütebessim, mütereddit lakin masum görünüşleriyle bizatihi bu şehrin yani bizim komşumuz, yanı başımızda olup da uzağımıza düşen insanlar…

            Ramazan ve oruç bir imkandır, kurtuluş için, mağfiret için ve daha birçok manevi nimet için… Bunların arasında şu sofranın istisna bir yeri vardır muhakkak. Şaşalı iftar sofralarının çoğalıp, israfın arttığı bir çağda mütevazi insanlarla sade bir sofrayı paylaşmak yeğlenen bir durum olmalı değil mi?

            İftar saati gelip ezanlar okunmaya başlayınca dualarla açıldı oruçlar. Karşımda bir delikanlı, takıldı gözüm, bir yudum su içip içinden mırıldanmaya devam etti ve elini yüzüne götürdü anladım ki dua ediyor. Ekmekten bir parça koparıp yiyecekti ki benim onu takip ettiğimi hissetti, gözlerini öne eğdi, eli aşağıya düştü. Utandım… Tebessüm ettim, henüz elimde duran hurmayı uzattım, gülümsedi ve “Allah razı olsun” dedi.

            Sessiz sedasız yendi yemek, yüzlerindeki gülümseme ile birlikte. Yanımda oturan arkadaş benimle aynı hislere kapılmış olacak ki bana dönüp “Şu an şehirde kaç yerde böyle toplu iftar veriliyordur ve acaba hani oldu ya Peygamber gelse hangi sofrayı tercih ederdi” sualini yöneltince garipliğimin bir kat daha arttığını hissettim.

            Çağın getirdiği yaşam tarzına karşı Müslümanlar olarak bizler Müslümanca bir bilinç ve Müslümanca bir tavır geliştirebildik mi? Bu sorunun cevabının sofralarımızdan başlayarak verilmesi önem arz ediyor Azizim… Sofrana kimleri ne gaye ile çağırıyor, neyi ne kadar ikram ediyorsun? Ve bu sofraya “misal” hani sahabeyi çağırabilirdin?