İçimdeki yolcu

Hakan Bahçeci
 
           Demlenmiş bir nisan günü; bahar güneşi ile başlamış, öğle yeliyle estirmiş, ikindisine yağmur yağmış…  Akşam güneşi dokunup geçerken şehrin caddelerine lâ mekân insanların arasına karışıyorum sessizce. Sabah ezanıyla çıkmıştım evden, bir sabahçı kahvesinde yarım simit yemiş, öğlene kadar oturmuştum keyifsizce. Ne kahveci ses etti halime ne ben mecal buldu dertlenmeye. Tek şekerli açık çayımı içtim sessizce masama her getirdiğinde.
            Ellerimi cebime sokup, şehrin eski bir caddesinde sokak aralarına girip yürüdüm. Metruk, virane evlere benzettim kendimi, fırsatını bekleyen müteahhitler yıkıp harabe evi on katlı rezidans dikecekler sanki. Sığındım içimdeki odaya. Selçukludan kalma bir mahalle mescidinde kılıp öğleyi şadırvanında oturup bekledim ikindiyi. Kalbim ferah bulayım bir nefes alayım çabasında değildi.
            İkindi vakti tekrar yürüdüm sokakları, kaldırımları. İlk kez gördüğüm yerler, tanımadığım binalar karşıladı beni. Bir ara kayboldum çok da üzülmedim yitip gidişime, dönecek bir yer bulamadım nitekim. Sonra yağmur; severdim de yağmuru, ıslattı epey. Ne hızlandım ne bir kenara sığındım. Başımı önüme eğmiş, yağmur sesini terkime almış, ıslanan taş yollardan geçip sabahçı kahvesinin önüne gelmiştim ve bunu ancak kahveci “aman beyim bu ne hal ıslanmışsın gel hele” dediği zaman fark ettim.
            Sabahki masaya oturdum, tek şekerli açık çayım geldi. Daha erimeden şekerler, kapıdan tıpkı benim gibi ıslanmış bir adam girdi. Yorgundu, bitkin ve sessizdi. Kahveye bir göz gezdirip benimle göz göze geldi, kısa bir an… Sonra hiçbir şey demeden gelip masama oturdu. Yadırgamadım o da yabancılık çekmedi. “Çay” dedim, “olur” dedi. Merhaba dedim “eyvallah” dedi.
            İkişer yudum aldık çaylarımızdan, konuşmuyor, çok hareket etmiyor sabit bir yere bakıyorduk.  Gelip takıldı bir sual zihnime; şimdi kendi içime duyduğum yabancılık şu adama duyduğum yabancılığın neresinde. Ben mi yabancıyım içime, adam mı el alem masamda oturduğu halde? Dönüp baktım, o an fark ettim beni gözleriyle takip ettiğini ve ben ürkmedim her nedense. “Aç mısın” dedim istemsizce, “Açım beyim, lakin yemeye iştahım yok” derken hissettim içindeki hüznün, ıssızlığın derinliğini.
            Kahveciye bir simit iki çay söyledim, ikiye bölüp yarısını ona verdim. Dışarıda yağmur dinmiş, tatlı bir serinlik inmişti şehre. Akşam telaşı tüm hızıyla çökmüştü caddelere, sokaklara, evlere ve belki de en sakin yer şu an bu kahveydi benim gözümde.  Oysa ne gün batıp gitmiş ne akşam başlamıştı. Işıklar yanıyor, sesler birbirine karışıyordu. Adam kısık bir sesle “sevemedim beyim şu vakitleri, karamsar, gürültülü ve kararsız” dedi, nereden bildi benim de bu vakitlerden bir türlü hazzetmediğimi.
            Kahvecinin yanı başında eski bir radyo eski bir türküyü bize söylüyormuşçasına çalmaya başladı. Onun yüreğinde nereye dokundu benim içimde nereyi yıkıp geçti bilmiyorum ama adam iç çekti ben “ah” ettim. İkimizi burada buluşturan şey takdirse gayretimize aşık değil miydi kader? Sözü hüzünden açtım “yardan hediye” dedi, yağmur dedim “onun kirpiğinde damla” dedi. “Neden buradasın” dedim “yârin şehri, gönlün şehri oluyor” beyim dedi, sustum.
            Çokça ben sordum çokça ben hayret ettim, az konuştu çok mana bıraktı. Kâh içimize dönüp sustuk kâh söze yol verip sohbeti demledik. Ben miydim misafir olup gelen o mu yolcuydu uğrayıp gidecek olan, doğrusu mühimsemedim. Vakit geç oldu, kahveci gelip müsaade istedi “Beyim temizlik vakti, daha sonra gel emi” İkimizin borcu ne dedim “borcun ödendi beyim” dedi. Dönüp baktım, çıkıp gitmişti.