İlahiyatçı akademisyenler neden laik sistem eleştirisi yap(a)mazlar?

Musab Seyithan

Hep dikkatimi çekmiştir, yaklaşık otuz beş yıldır yazarım, İlahiyatçı akademisyenlerin kahir ekseriyetinin yaptığı konuşmalarda, yazılarda ve sempozyumlarda, laik sistemin eleştirisini yaptıklarına rastlamadım. İstisnalar başımızın tâcı. Hatta bir kısmının, İslam’ın birçok hükümlerini eleştirerek laikliğin yanında yer aldıklarını gördüm. Bizden görünenlerin ekserisinin de geleneği acımasızca eleştirerek geçmişten kopuk bir din ve fıkıh inşa etmeye yeltendiklerine şahit oldum. Evet, geleneği ilmî olarak eleştirelim ama ondan koparak din inşa edemeyiz. Din bir gelenek üzerine oturur. “Gelenekçilik” yapmadan, ama “gelenekli” olarak geçmişteki ictihatlardan günümüze hitap edenleri alalım, dar gelenleri de kendi asrında bırakarak ve günümüzün yeni ihtiyaçlarına yeni ictihatlar üreterek yolumuza devam edelim. Çünkü biz, kökü mazide olan atiyiz.

Geçen hafta bahsettiğim akademisyen, Diyanetin hutbelerini eleştirirken laiklik ve cinsiyet eşitliği güzellemeleri yaparak diyanete de şu tavsiyede bulunup ayar vermeye çalışmış: “Diyanetimiz bir karar vermeli: Davetçi miyiz; kadı mı? Davetçi isek her konuda, her ortamda, herkese güzel söz söyleme hakkımız ve ödevimiz var. Kadılığa soyunursak toplumsal huzuru da bozabiliriz, laiklik ilkesini de ihlale düşebiliriz, Avrupa Birliği değer ve normlarıyla da çatışabiliriz, insan hakları ve cinsiyet eşitliği duvarlarına da toslayabiliriz.”

Geçen yıl İslami Araştırmalar vakfı (İSAV) ve Sakarya İlahiyat Fakültesi işbirliği ile yapılan “Aile Hukuku Bağlamında Çifte Meşruiyetten Kaynaklanan Fıkhî Sorunlar” adlı sempozyumda oturum başkanı bir Prof. “Şer’îlik, İslâmîlik kavramlarının kullanılması meselesiyle ilgili olarak şunu söyleyeyim. Belki otuz senedir bu “İslâmî” nitelemesinin olur olmaz yerde kullanılmasına itiraz ediyorum ve yanlış olduğunu dile getiriyorum. Bu ya ideolojik veya kompleks ya da acziyettir” diyor.

İlahiyatçı birisi “İslam” kelimesini kullanmaktan niye böyle eziklik duyar, anlamak mümkün değildir. Yusuf el-Karadâvî, “İhtilaflar karşısında İslamî Tavır” adlı Türkçeye kazandırılmış kitabında: “Allah, bir kısım ayetlerini herkesin aynı şekilde anlayacağı tarzda muhkem olarak göndermiştir. Birçok ayetleri de birden fazla anlama gelecek şekilde/müteşabih olarak göndermiştir. Allah dileseydi bütün ayetlerini muhkem gönderirdi ve herkes aynı şeyleri düşünmek zorunda kalırdı. Bu da fikri dondurmak olurdu. Allah bunu dilemedi. Kâinat, farklılıklar dünyasıdır. İnsanlar da farklı karakter, anlayış, algı ve ruh yapısında yaratılmıştır. Onun için Allah, herkesin, bu farklı görüşlerden kendi fıtratına uygun olanıyla amel etmesini istediği için Kur’an’da birden fazla anlama gelen ayetlerini göndermiştir. Bu konuda âlimlerimizin ittifakı bizim için delildir, ihtilafı da rahmettir.” demektedir.

Konyalı Mehmet Vehbi Efendi de “Hülâsatü’l Beyan” adlı eserinde ayetlerin tefsirini yaptıktan sonda, o ayetten anlaşılan farklı anlamları sıralar ve sonunda; “Bu ayetten müstefâd olan fevâid cümlesindendir” diyerek ayetteki anlam zenginliğine ve bunlardan birini kabul etmekle doğruya isabet edileceğine dikkatleri çekmektedir. Mutlaka o ayette Allah’ın murat ettiği mutlak bir doğru vardır ama Allah izafi doğrulara da yer vermiştir. Yani Yüce Allah, izafi doğrulara göre hareket etmeyi, Şer’î/İslamî olarak kabul etmiştir. “İctihatta isabete iki, hataya da bir sevap verileceğini” beyan eden meşhur hadis de bunu ifade etmektedir. Bazı olaylarda birden fazla doğru da vardır. Hadislerde bunun örnekleri mevcuttur. Mesela su bulamayan iki sahabenin teyemmümle abdest alıp namazlarını kıldıktan sonra namaz vakti içinde su bulunca, birisinin su ile abdest alıp tekrar namazını kılması ve diğerinin kılmaması sonucunda durum Peygamberimize sorulunca ikisinin de doğru olduğunu söylemesi gibi. Matematik, fizik, kimya ve geometride de bazı problemlerin birden fazla doğru çözümü olmaktadır.

Laik sistemin medeni kanununa “Medeni kanunumuz” diye sahip çıkan aynı Prof. “Bir hoca, müftü kendisine bir şey sorulduğu zaman “Yâ falanca mezhepte şöyle filanca mezhepte böyle” diyorsa ahlâksızlığa kapı aralıyor. Biraz sert oldu ama öyle. Çünkü her hocanın bir doğrusu olur ve olmalı. İki tane doğrun varsa orada sıkıntı var. Bakın farklı mezheplerin doğruları kendi içinde kendine ait bir doğrudur. Ama sen dışarıdan biri olarak “O da doğru bu da doğru” dediğin zaman yalpalama başlar. Yani günümüzdeki hocaların yol açtığı ahlâkî sorunlardan bir tanesi de bu.” diyor.

Bu anlayış, çözüm üretmek değil, kendi fikrini, içtihadını, tercihini dayatmaktır, egoistçe bir tekebbürdür. Bu konuda İmam Azam’ın uygulama ve tavsiyesini hatırlatırım. Büyük İmam, talebesine; “Sana bir şey sorulursa ona herkesin bildiği şekilde cevap ver. Sonra bu meselede şu veya bu şekilde görüş ve delillerin de bulunduğunu söyle.(Muhammed Ebû Zehra, İslam’da Fıkhî Mezhepler Tarihi, Trc. Abdülkadir Şener, s.218).

Eğer bir hususta anlaşmazlığa düşerseniz -Allah’a ve ahirete gerçekten inanıyorsanız- onu, Allah’a/Kur’an’a ve peygambere/Sünnete götürün.” (4/Nisa:59) ayeti gereği, Allah ve ahiret inancında samimi olan bir Müslüman âlim, meselesini “Medeni kanunumuz” diye sahiplenerek laik sistemin kanunlarına götürmez. Kur’an ve Sünnet ölçeğinde çözüm üretir ve bu da Şer’î/İslamî olur. Laik sistemde, başka çare kalmadığı zaman zaruret prensibi işletilerek tâğûtun kanunlarına gidilir. Merkeze Kur’an ve Sünneti alacak, çözümü oradan üreteceksin. İslam çözümsüzlük dini değildir. Her ahval ve şerâitte İslam’da çözüm vardır. Zaruret, hâcet, azimet, ruhsat, ikrah prensipleri vardır.

Medeni kanunda çözüm arayan bu Prof. bana Süleyman Demirel’i hatırlattı. Kırk yıl Türkiye’yi oyalayan o milli münafık da, Cumhurbaşkanı iken TRT 1’deki röportajında; “Kuran’da altı bin üç yüz küsur ayet var. Bunun altı bini Müslümanlıkla ilgili. Geriye kalan üç yüz küsuru da ahkâmla ilgili. Onu da bizim medeni kanun yerine getiriyor. Sen altı bin ayetle Müslümanlığını yaşa” diyerek “Siz Kitabın bir kısmına inanıp bir kısmını inkâr mı ediyorsunuz? İçinizden böyle yapanların cezası dünyada rezil rüsva olmak, ahirette de elim bir azaba atılmaktır.” (2/Bakara:85) ayetine meydan okumuştu.

Bu tip İlahiyatçılar, içinde yaşadıkları laik sistemi yerden yere vuracaklarına, uydurdukları “Çifte meşruiyet” kavramı ile laik kanunların müsaade ettiği ölçülerin de meşru olduğunu savunarak Müslümanları laik sisteme adapte etmeye çalışmaktadırlar. Bunlar, bu laik devleti kuran İttihat ve Terakki teşkilatı ve onların siyasi temsilcisi CHP’nin “Cumhuriyet Devrimleri” adıyla ne kadar İslamî müessese ve değer varsa hepsini ortadan kaldırıp Allah’a savaş açan laik bir devlet kurduklarını, küfürle uzlaşmanın imanımızı yok edeceğini bilmeyecek kadar cahil değillerdir.

Sanki bu akademisyen arkadaşlar, toplumu dizayn etmek için gönderilen dinin, artık toplumun kabullerine göre dizayn edilmesi vazifesini yapmaktalar. Bunlara göre din toplumu değil, toplum dini dizayn etmelidir. Laik toplumun kabullerine göre biz yeniden din tasavvuru ve yeniden din tasviri yapmalıyız. Laik sistem eleştirisi yap(a)mayan bu akademisyenlerin yapmak istedikleri bu… Bunlar, din tebliğcisi değil, din tahrifçisidir. Bunların yetiştirdiği talebelerden din adına ne beklenir? İmalat hatası olarak yetişmezlerse ancak laik sistem yalakası olurlar.

İşte laikliğe göz yumma hatta sahiplenme, ilahiyat camiasından olduğu zaman çok zararlı oluyor. Bu, celladına âşık olmaktır. Hâlbuki dini esas alarak toplumu düzeltmelidirler. Resmi ideoloji ile koyun koyuna, kendi içinizde koza örüp gettolar oluşturarak, halka karşı üstenci bir duruşla bu dine hizmet edemezsiniz. Bir eliniz kitapta, bir eliniz hayatta, halk içinde hakla beraber olmak zorundasınız. Kitaplara gömülerek geçmiş müktesebata nişan alıp laiklere şirin görünmek için dinin genleriyle oynamak yahudileşmektir. Allah Kur’an’ın üçte birine yakın kısmında yahudilerin ne idiğünden ve tahriflerinden bahsederek bize “Ey Muhammed ümmeti! Siz de Kur’an’ı kafanıza göre yorumlayarak yahudileşmeyin” mesajı vermektedir.

Bu zevat, inandıklarını yaşamayınca, yaşadıklarına inanmaya başlıyorlar. İmam Gazali’nin dediği gibi: “Bedenleriyle kâfirlerle sürekli beraber olanların zamanla kalpleri de aynileşiyor.”

Abdullah b. Ömer; "Sabaha kadar namaz kılsam, akşama kadar oruç tutsam, bütün malımı infak etsem fakat kalbimde Allah’ın düşmanlarına karşı bir muhabbet kırıntısı bile bulundursam vallahi bu ibadetlerimden zerrece fayda göremem" demekte.

Abdülhakim Arvasi de; "Hiçbir amelime güvenmiyorum. Lakin Allahu Teâlâ’nın düşmanlarına düşmanlığım var" demektedir.

Kalbi imanla dolu olanlar, bukalemun gibi konduğu dalın rengini almadan, eziklik göstermeden, dik durarak Allah’ın dinini sahiplenirken, laik sistemle kucak kucağa olanlar “Çifte Meşruiyet” arayışı ile İslam’ı sulandırmaya, yozlaştırmaya yeltenirler. Ne acı!!!

Bu akademisyenler; “Gâvurun ekmeğini yiyen, gâvurun kılıcını sallar” anlayışıyla mı böyle davranıyorlar acaba? Öyle ya, bir profesör maaşı 111.379 lira. Tez yönetimi, yüksek lisans ve doktora dersleri ücretlerini de ilave ederseniz 150 bin liradan aşağı değildir. Yaklaşık yedi asgari ücret. Allah daha çok versin. Gözümüz yok.

Ayrıca çocukları da babalarının referansıyla herhangi bir üniversitede akademisyen. Çünkü ne kadar akademisyen tanıdıysam çocukları da babaları gibi yerlerini almış. Bütün bu nimetler karşısında, bu imkânları kendilerine tanıyan laik sistemin eleştirisini yapmak yürek ister, cesaret ister, dava çilesine talip olma şuuru ister. Bu zevat, geleneği eleştirdiğinin onda biri kadar bile laik sistemi eleştirmiyor. Mesela geleneğe efelenen Prof. Mehmet Okuyan’ın ve türevlerinin bir defa olsun laik sistemi eleştirdiğini duydunuz mu?

Kanaatimce akademisyenlik sürecinde, dava adamı ve laik sisteme karşı olan arkadaşlar da, asistanlığından itibaren iğdiş edilmeye başlamaktadır. Önümde doktora var, suya sabuna dokunmamalıyım, Arkasından doçentlik, profesörlük var susmalıyım, derken heyecan bitiyor. “Bir zamanlar biz de öyleydik ama…” cümlesinin arkasına sığınarak lüks araba, ev ve tatil hayalleriyle ömürlerini tamamlıyorlar. Fakat ilim ehlinin mazereti yoktur. Hakkı söylemesi gereken yerde susma hakkı da yoktur. Sonunda ölüm de olsa susmaz ilim ehli... Onların bu konuda ruhsatı yok… Rasûlün ifadesiyle; “Şehitlerin efendisi amcam Hamza ve zalim hükümdara hakkı haykırdığı için öldürülendir.” Nasıl olsa ölmeyecek miyiz? Laik düzene yaltaklanarak şerefsizce ölmektense, hakkı haykırdığın için şereflice ölmek daha onurlu değil mi?

Laik sisteme karşı lâl kesilip, diğer taraftan eleştirdiğiniz gelenekteki mezhep imamlarının; zamanındaki yönetimlere karşı hakkı haykırdıklarını, işlenen zulme karşı sözlerini çekinmeden söylediklerini ve verdikleri “Kadıyyu’l Kudatlık” makamını bile kabul etmediklerini, bunu kabul etmenin onların zalim yönetimlerini meşrulaştırmak anlamına geleceğini çekinmeden söyledikleri için zindanda kırbaçlar altında can verdiklerini sizlere öğretecek değiliz. Onlar hiçbir zaman tatlısu Müslümanı olmamışlardır. Bu gök kubbede hoş bir sedâ bırakarak gitmişlerdir. Ruhları şâd olsun.

“Emri bi’l ma’ruf, nehyi ani’l münker farizasının terki, “Terk-i Cüzi” olarak caizdir. Fakat “Terk-i külli” olarak caiz değildir. Yani bir İslam toplumunda baskı ve zulümden dolayı avam ve havas yani halk ve ulema külliyen/topluca, ümmet olarak terk edemezler.” (Prof. Dr. Abdülkerim Zeydan, El-Veciz fi Usuli’l Fıkıh, s.53).

Kişi, hakkı söylemesi gereken yerde mutlaka hakkı söylemelidir. Bu onun ne ecelini öne alır, ne de kendisine ait rızıktan mahrum eder.(Beyhakî, Şu’abu’l İman, 7172).

Bizim gayemiz “toplumu germeyelim” fantezisiyle laiklerin hoşuna gidecek işler yapmak değildir. Onlar kızsa da Allah’ın rızasını hedeflemektir. Bu işi ancak “El âlem ne der?” putun kırıp “Allah ne der”i hayatının merkezine koyanlar yapar. “Kim insanları kızdırma pahasına Allah'ın rızasını hedeflerse, insanların vereceği sıkıntıya karşı Allah ona yeter. Kim de Allah’ı kızdırma pahasına insanların rızasını hedeflerse Allah onu insanlara havale eder.(Tirmizi, Zühd, 64, Hadis no: 2414). Belki bu anlattıklarım onlara hamaset veya slogan gelecek ve dudak bükecekler. Allah var, gam yok. Hesap görücü olarak Allah yeter. Teemmül oluna.