İslam’da “aslî günah” anlayışı yoktur. İnsan dünyaya bir günah yüküyle değil; saf, tertemiz ve fıtrat üzere doğar. Hz. Âdem’in hatası, nesline miras kalmış bir sorumluluk değildir. Kur’an’ın açık hükmüyle: “Hiçbir günahkâr, başkasının günahını yüklenmez.” (Fâtır, 35/18). Bu ayet sadece uhrevî hesapla ilgili değil; aynı zamanda hukuk düşüncesinin temel prensiplerinden birini ortaya koyan veciz bir ilkedir. Batı hukukunda cezaların şahsîliği prensibine geç ulaşılmışken, İslam bu ilkeyi daha ilk dönemlerden itibaren hayatın merkezine yerleştirmiştir. Çünkü herkes kendi imtihanı, kendi tercihi ve kendi eylemlerinin hesabını verecektir.
İslam’ın hedefi hayatı rastgele akışına terk etmek değil; insanı inşa etmek, ona istikamet kazandırmak, sorumluluk ve ahlâk bilinciyle yükselen bir toplum yetiştirmektir. İnsan bu dünyaya gelişigüzel bir savrulmuşluğun parçası olarak değil, İlâhî hikmetle örülmüş bir sistemin içinde gönderilmiştir.
Arapçada imtihanı anlatan kelimelerden biri “fitne”dir. Kelimenin kökü, demirin ateşte eritilerek özünün cürufundan ayrılmasına dayanır. Ateş, madeni yok etmek için değil; hakikatini ve değerini ortaya çıkarmak içindir. İşte insan da bu dünya hayatında zorluk, karmaşa, sıkıntı ve musibetlerle karşılaşır. Bu süreç: “Allah’ın, ‘İman ettik’ diyenleri gerçekten samimi mi yoksa iddiacı mı olduklarını ortaya çıkarması içindir.” (Ankebût 29/2-3) Bu bakımdan “Ben imtihan olmak istemiyorum” demek, hayatın kendisini reddetmek anlamına gelir. Çünkü sınanmak insanın yaratılışına sonradan eklenen bir yük değil; bizzat insan olmanın ve hayatın özüne yerleştirilmiş bir gerçektir. Allah Hakîmdir; yaptığı her iş yerli yerindedir, abes değildir. İmtihan da zulüm değil; insanı olgunlaştıran, yükselten bir vesiledir.
Hayat daima kurallarla anlam kazanır. Ailede, okulda, trafikte veya toplum hayatında düzen; ancak ilkelere bağlılıkla ayakta durur. İlâhî emir ve yasaklar da insan için bu büyük hayat haritasını çizer. Eğer dünyada hiçbir ölçü olmasaydı, düzen değil kaos hâkim olurdu. Bu yüzden İslam insanı karanlıkta bırakmamıştır. Yüce Rabbimiz insana yol göstermek için;
• Kitaplar indirmiş,
• Peygamberler göndermiş,
• Aklı teklif için bir nimet kılmış,
• Dış âlemde ve insanın iç dünyasında sayısız deliller ortaya koymuştur.
Tüm bu rehberliğe rağmen bir insan bile bile, inatla yanlış olanı seçerse artık “Ben sınava girmemiştim” deme hakkı yoktur. Asıl zorluk imtihanın varlığı değil; insanın iradesini yanlış kullanmasıdır. Elbette dünya yalnızca çiçeklerle dolu bir bahçe değildir. Sevinç ve hüzün, sağlık ve hastalık, başarı ve kayıp iç içedir. Kur’an bu gerçekleri gizlemez; çünkü ilahî kelam hayatı romantize etmek için değil, olduğu gibi anlatmak için gönderilmiştir. Asıl huzur bu fani dünyada değil, “sonsuz saadet yurdu” olan cennettedir. Allah ölümü de hayatı da: “Hanginizin daha güzel amel işleyeceğini sınamak için yaratmıştır.” (Mülk 67/2). Bu ayetin ışığında hayat; yönsüz akan bir sel değil, hedefi olan bir yolculuktur.
İnsanın yapması gereken şey aslında basit gibi görünen ama büyük bir idraki gerektiren şudur: Yaratıcısının nazarında değerli olduğunu fark etmek. Çünkü insan:
• Eşref-i mahlûkattır,
• Omuzlarına emanet yüklenmiştir,
• Kendi yapıp ettiklerinden sorumludur.
• Cennete adaydır.
Böyle bir konuma sahip olan insanın yapması gereken, mazeret üretmek değil; aklını, kalbini ve iradesini doğru yönde kullanmaktır. Çünkü Allah kulunu cezalandırmak için değil; terakki ettirmek ve mükâfatlandırmak için sınar.
Sonuç olarak…
Dünya geniş ve ağır bir imtihan meydanıdır. Ancak bu imtihan, çaresiz bir insanın karanlıkta yolunu arayışı değil; hakikati fark eden bir kulun cennete yürüyüşüdür. Yeter ki insan kendi değerinin, yaratılış gayesinin ve taşıdığı emaneti korumanın bilincinde olsun. Çünkü bu imtihan insanı küçültmek için değil; hakiki kimliğine kavuşturmak içindir.