İSLAM’DA MUHALEFET

Musab Seyithan

İslamî yönetim biçimi, kesinlikle buyurgan ve totaliter değildir. Emretme makamında bulunan lider, kamu hukukunun bir tecellisi olarak, kişilerin seçimi ve hür irade beyanı ile o makama geçmiştir. O makam, kamu adına vekâleten iş görme makamıdır. Yapılan işler ve verilen emirler de İslam’a ve kamu menfaatine uygun olmalıdır.

Emevilerle başlayan saltanat dönemine kadar, İslam toplumu, muhalefete açık bir toplum idi. İdareciler, yani peygamberimiz ve dört halife, ashaba rahatça kendilerini ifade etme hakkını veriyordu. Çünkü ifade özgürlüğü, bir insan hakkı idi. Sahabe, gördüğü yanlışı, edebine uygun olarak Peygamberimize söyleyerek düzeltiyor, kafasına yatmadıysa, doğrusunun ne olması gerektiğini ifade ediyordu. Bu imkânı ve medenî cesareti, o günün güzide idarecileri veriyordu. Azarlama ve toplumun dışına itmek yoktu. Tahammül, hoşgörü, sabır ve ikna etme prensiplerini işletiyorlardı. Bu konuda, gerek Peygamberimiz, gerekse dört halifeyle ilgili birçok tarihi belge vardır. Konuyu uzatmamak için sadece bir kaçını burada naklederek, muhalif sese kulak veren açık toplumun nasıl işletildiğinin fotoğrafını göstermek istiyoruz:

Bedir savaşı sırasında Hz. Peygamber, orduyu bir yere konaklatmak istedi. Sahabeden biri ona şöyle dedi: “Ya Rasûlallah! Bu yer vahiyle Allah tarafından emredilmiş bir yer midir? Eğer öyle ise biz ondan ne bir adım geri kalırız, ne de bir adım öne geçeriz. Yoksa şahsi görüşünüz ve bir harp taktiği midir?” Rasûlullah (sav): “Hayır vahiy değil, şahsi görüş ve harp taktiğidir” diye buyurunca, sahabi: “Doğrusu burası uygun bir konaklama yeri değil” dedi ve gerekçelerini açıklamak suretiyle ordunun konaklaması için uygun olan yeri Rasûlullah’a gösterdi. Hz. Peygamber, kendisinin de onlar gibi bir insan olduğunu, müslümanlar arasında şuura usulünün esas teşkil etmesi gerektiğini ve kendisinin güzel güzel meşverete katılıp farklı görüş beyan edecek kişilere ihtiyacı bulunduğunu belirterek o sahabinin farklı görüşünü uygulamaya koydu. Orduyu onun teklif ettiği yerde konaklattı. (Prof.Dr. Zekiyyüddin Şaban, Usûlü’l Fıkıh, Trc. İ. Kâfi Dönmez, s.101, Diyanet vakfı yayınları Ankara, 2009)

İslam’ı Medine’de yok etmek için müşrik Arap kabilelerinin birleştiği Hendek savaşında, bu birliği parçalamak için Rasûlullah (sav), Hazrec’in reisi Sa’d bin Ubade ile Evs’in reisi Sa’d bin Muaz’ı çağırarak, “Gatafan kabilesine Medine’nin arazi mahsulünün üçte birini vererek bu ittifaktan çekilmesini sağlayalım” teklifini yaptı. Ama bu iki zat: “Yâ Rasûlallah! Bu teklif senin hoşuna giden şahsi görüşün mü? Yoksa Allah’ın sana talimatı gereği mi? Ya da bizim için bulduğun bir çare midir?” diye sordular. Rasûlullah (sav), “Hayır, tamamen sizin, Medine halkının fayda ve izzeti için düşündüğüm bir çaredir” diye buyurdu. Sa’d bin Muaz bunun üzerine; “Yâ Rasûlallah! Biz cahiliye döneminde bile böyle bir zillete boyun eğmedik. İslamla izzet bulduktan sonra böyle bir zillete hiç boyun eğemeyiz. Vallahi buna hiç ihtiyacımız yoktur” diyerek muhalefetini ortaya koydu ve Rasûlullah da “mademki siz istemiyorsunuz, biz de bu teklifi memnuniyetle geri alıyoruz” diyerek fikrinden vazgeçti. (Bak: Ramazan el-Bûtî, Fıkhu’s Sire, s.306; Mehmet Zeki Canan, İslam Tarihi-I, İst. 1977, s.310)  

Rasûlullah (sav) biliyordu ki,  insanlar muhalefetlerini ifade etmezlerse bir kısım gizli algıların gelişmesinden ve beklenmedik zamanlarda tehlikeli patlamalar halinde ortaya çıkmasından korkulur. İşte bundan dolayı muhalif görüşlere hep hayat hakkı tanımıştır. Çünkü insanın kendini ifade etmesi bir insan hakkıdır.

Halife Hz. Ömer döneminden de konumuzu aydınlatan bir-iki misal verelim.

İran Seferi, Hazreti Ömer'in hilâfeti zamanında yapılmış ve bol miktarda ganimet elde edilmişti. Ganimetler arasında kıymetli kumaşlar da vardı. Harpten dönüldükten sonra kumaş ve diğer ganimetler ashap arasında dağıtılmış ve herkes hissesine düşeni almıştı.

Hazreti Ömer, kendininki ile oğlu Abdullah'ın hissesini birleştirerek üzerine bir hırka diktirdi.

Bir Cuma günü üzerindeki yeni hırkasıyla hutbe irad etmeye çıkıp:

-Ey mü'minler, beni dinleyin ve bana itaat edin! diye hutbe okumaya başladığı zaman, ashaptan Selman ayağa kalktı ve:

-Üzerindeki elbisenin hesabını vermedikçe seni dinlemiyor ve sana itaat da etmiyoruz. Çünkü ganimetten bize düşenle bir elbise yapmak imkânsızdı. Sen nasıl oluyor da elbise olabilecek kumaş alabiliyorsun? dedi.

 Hazreti Ömer,  Selman’ın konuşmasını dinledikten sonra, oğlu Abdullah'a:

- Ey oğlum Abdullah, kalk da cevap ver, dedi. Abdullah bin Ömer, ayağa kalktı:

- Allah'a yemin ederim ki, babamın üzerindeki kumaşın yarısı benim hisseme düşen kumaştır. Babam ikimizinkini birleştirdikten sonra elbise yaptı, diyerek meseleyi izah etti.

 Hazreti Ömer'in oğlunu dinleyen Selman tekrar ayağa kalkarak:

-Ya Emir el-Müminin, şimdi konuş. Hem seni dinliyor ve hem de itaat ediyoruz, dedi. Hazreti Ömer de ancak ondan sonra hutbesini okumaya devam etti.

Yine Hz. Ömer bir hutbesinde Mehirleri yüksek tutarak evlilikleri zorlaştırmayın dedi. Yaşlı bir kadın, Nisa suresi 20. ayeti okuyarak; “Allah’ın sınır koymadığı konuda sana ne oluyor da sınırlama getiriyorsun ya Ömer!” diyerek muhalefetini ortaya koyunca Hz. Ömer geri adım atarak “Allah beni bir acuze kadınla yola getirdi” demişti.

İşte, “Gerçek İslam”ın egemen olduğu ortamda, hiçbir iş, körü körüne yapılmıyordu. Denetlemek, itimada engel değildi. Çünkü halkın denetleme hakkı vardır. İdare makamındakiler, halk adına iş yaparlar. Halk asıl, idareciler onların vekilidir. Vekil, istendiğinde, asıla hesap vermek zorundadır. Çünkü yöneticilik makamı, sulta kullanma, muhalif sesleri kesme ve efelenme makamı değil, hizmet makamıdır. Hâkim olmanın yolu da, hâdim olmaktan geçer.

Yöneticiler, üyelerine ve vatandaşlarına, endişelerini dile getirme fırsat ve imkânı vermelidirler. Her itirazı ve meramı, başkaldırı olarak görmemelidirler. Muhalif tavır ve fikirlere açık olmalıdırlar. Çünkü insanlar tek tip değildir. Birbirlerinin çoğaltılmış fotokopileri hiç değildir.

Bütün bu örnek davranışlar, tarihte yaşanmış bitmiş vakıalar olarak algılanmamalıdır. Bunlar İslam siyaset anlayışının tâ kendisidir. Yöneticilerimiz, tarihin bu şeref levhalarını, hikâye gibi anlayıp geçmeden, içlerine sindirmeli, özümsemeli ve bilinç haline getirerek uygulamalarına yansıtmalıdır.