‘KÂİNAT İMAMI’ FETHUMEYNİ

Prof. Dr. Önder Kutlu

Adalet Bakanı Bekir Bozdağ, geçtiğimiz gün “Eğer 17 Aralık başarılı olsaydı F. Gülen Türkiye’ye, Humeyni’nin dönüşü gibi gelecekti” deyince İran – Türkiye benzerlikleri ve İran’da 1979 yılında vuku bulan olaylar aklıma geldi. Ülkede ‘yolsuzluk’ ve ‘yoksulluk’ iddiaları temelinde süregelen sokak gösterileri ve kitlesel birtakım olaylar neticesinde Humeyni İran’a gelmiş ve ‘İslam Devleti’ kurulduğunu ilan etmişti.

Kendilerini İran ve Humeyni ile aynı kulvarda konumlandırmasalar, ‘tezat iki ayrı fikir’ olduklarını söyleseler de ‘acı gerçek’, iki olay ve kişi arasındaki benzerliğin neredeyse birebir seviyede olduğu yönünde. Bir defa kullandıkları yöntem aynı: ‘Takiyye’. Aslında başka söze hacet yok.

Ama biz devam edelim…

İran’dakine ‘paralel’ gelişmeler neredeyse 17 Aralık’ta Türkiye’de de oluyordu. Eğer ‘kalkışma’ başarılı olsaydı, F.Gülen de Türkiye’ye gelecek, tasavvurundaki ‘Gülen Devlet’ düşüncesini uygulamaya koyacaktı. Humeyni Ayetullah kademesinde idi, ama Gülen onun çok daha ötesinde bir otorite iddiasında.

‘Otoriteler’ karşılaştırıldığında, Humeyni ‘solda-sıfır’ kalır. Humeyni’nin Şia – Caferi Ekolündeki masuniyeti, Gülen’de çok daha ileri bir şekilde kendini gösteriyor, çünkü o cihanşümul bir iddiayla, ‘Kâinat İmamı’ rütbesine sahip olduğunu söylüyor.

İki örnekteki benzerlikler, hareketin başlangıç yıllarından itibaren değerlendirildiğinde, neredeyse tıpa tıp aynı. Humeyni ne zaman ve nasıl ortaya çıktı? Hareketin planlaması nasıl yapıldı? Hangi ülke(ler) tarafından korundu-kollandı? Gülen ne durumda?

Soruları cevaplamadan bir gerçeğin altını çizelim. Soğuk Savaş döneminde Sovyetler Birliği’nin ‘sıcak denizlere inme’ hülyası, üç ülkede başarısızlıkla sonuçlandı: İran, Türkiye ve Yunanistan. Bunların tamamında, ya da en azından birinde başarılı olsaydı, tarih farklı şekilde tezahür edebilirdi. Başarılı olamadılar, ama çok uğraştılar.

Türkiye’de 27 Mayıs İhtilalinin ana sebebinin ‘Ezanın Arapça’ya çevrilmesi’ olduğunu iddia eden görüş çok ‘sığ’. Hiç alakası yok. Ezan Arapça okunsa ne olur, okunmasa ne olur? Bunlar ABD için önemli değil. Dünyanın her tarafında Arapça iken, bizde Türkçe olması ne anlam ifade edecek?

Asıl neden, Menderes’in 27 Mayıs’a giden en son dönemeçte Sovyetler Birliği ile ‘yakınlaşma düşüncesi’ ve Bakanlar Kurulu üyelerinin büyük bir kısmı ile yapmayı planlayıp da İhtilal nedeniyle yapamadığı, Moskova ziyaretidir.

Boşuna mı, MGK Genel Sekreteri Org. Tuncer Kılıç’in ‘İran ve Rusya ile yakınlaşma’ yönündeki açıklamalarından sonra Ergenekon İddianamesine adının ‘dâhil edilip’, soluğu Silivri’de alması. Boşuna mı Balyoz, Ergenekon Davalarında ‘içeri atılan’ subayları tamamının ABD ve İsrail’e soğuk bakmaları? Muhalifler ‘malum’ grup eliyle ‘tasfiye’ edildiler.

Asıl meselemize dönersek; İran’da Şah Rıza Pehlevi birkaç yıldır Moskova’ya ‘yeşil ışık’ yakmaya başlayınca, Humeyni Fransa’dan ‘getirtildi’; alın size nur topu gibi bir ‘İslam Devleti’. ABD ve müttefikleri, İran’ın Sovyetler Birliği’ne uzak kalmasını, mümkünse kendi yanlarında kayıtsız-şartsız durmasını; olmazsa her ikisine de ‘soğuk’ görünen ‘üçüncü yolda’, yani İslam Devleti olarak konumlanmasını istediler. Olup-biten bundan ibarettir. ‘Yeşil-kuşak’ projesi.

F. Gülen Erzurum’da ‘Komünizmle Mücadele Derneği’nin aktif bir üyesi idi. Oradan, Edirne’ye transfer edildi. Edirne ‘görevlendirmesi’ önemliydi, çünkü orası ’Sovyet ‘güdümündeki’ Bulgaristan sınırındaki şehir. Yani, ‘Komünist Tehdit’in hemen yanı-başında. Bu özel bir görevlendirme idi. ABD – Gülen ilişkileri uzunca süre Kasım Gülek aracılığıyla yürütüldü. Soğuk Savaş sonrası dönemdeyse doğrudan yürüyor.

Bulgaristan 2007 başında AB üyesi olunca, Yunanistan ‘eski önemini’ kaybetti. Önem sırası Yunanistan’dan Bulgaristan’a kaydı. Bugün ‘Yunanistan batsa Batının umurunda olmaz’. ‘Batmamıza izin vermezler’ diye boşuna umutlanmasınlar. Eski şımarıklıklarına müsamaha gösterilmez. Gösterilmediği için bugün ‘batma noktasındalar’. Soğuk Savaş döneminde Yunanistan’ın önünü açmışlardı. Gerektiğinde silah zoruyla: 1973 Albaylar Cuntası ABD’nin bir hareketi idi.

Son Türkiye ziyaretinde Putin, Bulgaristan’dan şikâyetle ‘AB izin vermediği için, Rus gazının Avrupa’ya sevkine izin vermiyor’ bile deyiverdi.

F. Gülen ne zaman parla(tıl)dı? Soğuk Savaş sonrası dönemde. Zira, Sovyet tehdidi ortadan kalkınca, asıl tehdidin İslam ve Müslümanlar olduğunu 1990 yılında zaten İngiltere Başbakanı M. Thatcher ilan etmiş, hedefi göstermişti: ‘Bundan sonra asıl hedefimiz İslam’ diyerek.

O dönemde ABD ve müttefikleri ‘ılımlı’, ‘suya-sabuna dokunmayan’, ‘diyalogcu’, ‘yumuşak’ bir din fikrini yayacak bir grup arayışındayken, malum grubu ‘sahaya sürdüler’: Türki Cumhuriyetler, Afrika, Uzakdoğu başta olmak üzere uygun bulunan yerlerde. Gülen’e bu kez başka bir görev verildi: “Bu bölgelerde örgütlen, okullarınla onları ‘ılımlaştır’”.

Peki, Gülen hükümete ne zaman savaş ilan etti? Meşhur Davos görüşmelerinden sonra. Tüm kritik konularda hep İsrail’i ‘kayırdı’; hep ABD menfaatlerini ‘savundu’; hep ‘Batı haklı’ dedi. Siyonist medya patronu Murdock’un: ‘Tüm Müslümanlar cihadı reddetmedikçe, makbul değiller’ kabilinden laflar etmesinin arka planında bu ‘alışkanlık’ yatıyor.

Evet, Bekir Bozdağ’a ben de katılıyorum. Eğer, 17 Aralık başarılı olsaydı, Humeyni’nin İran’a dönüşü gibi, Gülen de Türkiye’ye dönecekti. Bir farkla; Humeyni o gün ‘İslam Devleti’ getirmeliydi, getirdi; Gülen’se bugün ‘tüm insanlığın cennete sokacak’ bir dini inanışı.

Temel hak ve özgürlükler, insan iradesine saygı, hukukun üstünlüğü gibi evrensel hukuk normları bir kenara itilecek, ‘kerameti kendinden menkul’ bir grup, ‘lideri’ ve ‘şakirtleri’ hepimizi esir alacaktı.

İyi ki de başarılı olamadılar.

İyi ki de devlet refleksini gösteriyor, ‘paralel’ yapılanmaya ‘el atacağını’ beyan ediyor.

Paralel’ temizleniyor, Türkiye normalleşiyor…