Kim Kıyar Nikâhımızı?

Hakan Bahçeci

            Gelin kız, heyecandan boncuk boncuk terliyor, yüreğindeki coşku, çağlayarak yükleniyor kalbine. Gözlerindeki ışıltı, mahcup haline rağmen ışıl ışıl parlayıp görünüyor. Evin içinde bir odadan diğerine koşuşturuyor. Ondan bir şey yapmasını istemiyorlar, otur diyorlar hatta. “Gün senin, neşelen, biz yaparız” diyor annesi, ablası… Fakat gelin kız duramıyor, telaşını, heyecanını yenemiyor.

            Evin bahçesinde düzenlenecek nikâh töreni. Atadan yadigâr iki katlı, cumbalı, ahşap binanın önünde küçük, yemyeşil bir bahçe; iki köşesinde iki büyük ceviz ağacı, yüksek duvarların neredeyse tümünü sarmaşıklar, hanımelileri kapatmış, parke taşlarla ikiye bölünmüş bahçe, renk renk çiçekler öbekler halinde tamamlıyor bu tabloyu.

            Hanımlar ve erkekler için iki bölüm ayrı ayrı hazırlanıyor. Eş dost gelecek zaten, hısım akraba, gelin kızın yakın arkadaşları ve erkek tarafından misafirler… Evin hanımı elleriyle hazırladı ikramlıkları, annesinden öğrendiği gibi. Şerbetin tadında gül var, incecik açtı yufkaları, çöreklerin hamurunda tarçın kullanıldı. Tüm evi, bahçeyi sardı mutfaktan çıkan kokular.

            Bahçeye çıktı gelin kız, içinde uçuşan kuşlar, pır pır eden kelebekler, hafif bir esinti, dudağına düşen tebessüm… Ceviz ağacına doğru yürüyor; çocukluğunun şahidi bu ağaç, dallarında salıncak kurdu babası, göklere dokunacak sanırdı sallanırken. Annesine çiçekler toplardı ve hiç bitmezdi o çiçekler yaz kış.

Genç kızlık hallerinde kaçıp yalnız kalmak için çıkardı ağacın dallarına, kimse ulaşamazdı orada ona. Hırçınlaşıp kaçtığı bir gün yine, dalıp gitmişken uzaklara, gördü yoldan geçerken o yiğidi. Ne bilirdi o yiğidin gün gelip, aynı ağacın altında nişanıyla nişanlanacağını? Bir lahza bakmışlardı birbirlerine, ne tek bir söz ne tek bir işaret. Öylece bakıp kalmış, sadece “üniforması ah, ne çok yakışmış” diyebilmişti içinden.

Bir daha görmedi onu ta ki bir kış gecesi evin kapısını açıncaya kadar. Kapıda güleç bir adam, nur yüzlü bir hanım ve arkalarında elinde çiçek, o yiğit… Babası birkaç gün önce “kızım, talibin var, münasip buldum, gelip istesinler, gönlün olursa” demişti. Kapıda gördüğü o an, ağacın dallarında gördüğü o anın devamıydı sanki.

Ne çabuk gelişti her şey ne çok tat ve hazla geçip gitti zaman. Gelin kız, yüreğine bu sevdayı koyana şükürle geçirdi, dua ile geçirdi bekleme vakitlerini. Aile arasında sade bir söz merasimi ve vuslata dair çıkılan yolculuk…

İzne gelecek gelin kızın yiğidi. Çok değil birkaç gün kalıp sonra dönecek görev yerine, nöbetine. Bu izinde yapılacak nişanları, kıyılacak nikâhları, görev yeri değişikliği yakın, tayinle birlikte düğün… Gelin kız, yaklaştı ceviz ağacına, ellerini koyup gövdesine, dallarına baktı ağacın. Dalların arasından süzülen güneş, yalayıp geçti yüzünü. Yapraklar dile geldi sanki tebrik mi ediyorlardı yoksa?

İçinde çırpınan kuşlar sığmıyorlar göğüs kafesine. Yiğidini düşündü, yola çıkmıştı dün gece, akşama burada olacak. Söz verdi üniforması ile gelecek yavuklusuna. Gözleri geldi aklına, bakınca derininde kaybolduğu, uzunca baksa yanacak sandığı gözleri…

Dalıp gitmişken böyle, irkildi kardeşinin sesiyle, “abla, bak abla, eniştem gelirken patlayacak bu havai fişekler, yıldızlar yağacak bahçeye, çok sevinçliyim çok” diyerek koşup gitti çocuk. Gelin kız gururlu, onurlu, yiğidinin kolunda yürüyecek hayat kavgasında ve bir asker eşi olarak mağrur sofrasında.

Annesi bağırdı; kızım, hazırlan artık, giy üzerini. Odasına doğru yürürken, arkadaşları da girdi kapıdan. Neşe, gülüşmeler, heyecan, cıvıldaşmalar doldurdu bahçeyi. Birlikte çıktılar odaya. Gelin kızın nişanlığı; annesinin nişanlığı… Kırmızı kadifeden, üzeri sırma işlemeli uzun bir elbise. Kolları geniş, dirsekten aşağı doğru daha da genişleyip, süslemeleriyle son buluyor. Elbisenin etekleri salındıkça, bir çiçek açıyor, belinde eskitme bir kuşak, siyah işlemlerle süslü. Saçlarına beyaz bir şal atıyor…

Masanın üzerinde küçük bir sandık, açıyor, kırmızı taşlı bir broş, ilk hediyesi askerinin, göğsünün üzerine takacak. Broşu alıp, iğnesini açıyor, göğsünün üzerinde, iğne parmağına batıyor, kanıyor parmağı, tek bir damla kan düşüyor elbiseye. Göğsü daralıyor, parmağı değil göğsü acıyor… Acı haber tez geliyor, evin odaları feryatla doluyor, ağıtlar yakılıyor…

Bu nikâhı kıyacak olanı biliyoruz da bu nikâha kim neden kıyıyor acımadan?