Bugünlerde Falih Rıfkı Atay’ın “Zeytin Dağı” kitabını okudum. Ecdadımızın bilâd-ı Şam, Hicaz, Filistin, Yemen bölgelerini canhıraş, bütün yokluklara, bütün yoksunluklara ve bütün ihanetlere, bütün acılara rağmen nasıl cihat ruhuyla savunduğunun öyküsü.. İngilizlerle Gazze muharebeleri. Dönemin Avrupa ülkeleri.. Ortadoğu’ya nasıl kaybettik, Anadolu evlatlarının can verdiği bu topraklardan nasıl çekildik? Bütün bunların dramatik hikayeleri.. Bugünkü yazımda dünü iyi kavrayıp bugüne hazırlıklar yapmak adına Zeytin Dağı kitabından bazı pasajlar sunacağım. Burada anlatılan olaylar 1915-18 arası.. Osmanlı coğrafyasının pürmelalinden bazı kesitler şöyle:
Zeytin Dağı’nın tepesindeyim. Mescid-i Aksa’ya, Lût denizine ve Gerek dağlarına bakıyorum. Daha ötede Kızıl denizin sol kıyısı; Hicaz ve Yemen var. Başımı çevirdiğim zaman Kamame (Kıyamet) Kilisesinin kubbesi gözüme çarpıyor. Burası Filistin’dir. Daha aşağıda Lübnan var; Suriye var, bir yandan Süveyş kanalına, öbür yandan Basra körfezine kadar çöller, şehirler ve hepsinin üstünde bizim bayrağımız! Ben bu büyük imparatorluğun çocuğuyum.. Biz Kudüs’te (sanki) kirada oturuyor gibiyiz. Halep’ten bu tarafa geçmeyen şey, yalnız Türk kâğıdı değil, ne Türkçe ve ne de Türk geçiyor. Floransa ne kadar bizden değilse, Kudüs de o kadar bizim değil. Sokaklarda turistler gibi dolaşıyoruz. .. Ticaret, kültür, çiftlik, endüstri, binalar, her şey Arapların veya başka devletlerin elinde.. Yalnız jandarma bizim idi; jandarma bile değil, jandarmanın esvabı..(s. 36-37). Biz oraları vatan yapamamanın pişmanlığını yaşıyoruz.
Cemal Paşa, Kudüs’te, Şam’da, Lübnan’da, Beyrut’ta ve Halep’te oturduğu zaman, bir işgal ordusunun kumandanı gibi bir şeydi.. (s. 39)
Artık Gazze’de, Filistin cephesinde savaşıyoruz. Çöl İngilizlerin elindedir. Kuyular, kanallar, portatif yollar Birussebi, hafir, kum üstündeki bahçeler, hepsi kim bilir kaç ton altın ve gümüş, serap gibi söndü gitti. Askerlerimiz o kadar az ki, yan yana siperlerde oturan iki tümenin arasında urban gelen geçeni soyuyor. İki tarafında öldürülecek adam bulamayan İngiliz tankı, bir demir iskelet olmuş, Filistin güneşi altında yanıyor. Cephemiz susuz, kuru ekmek ve benzini güç yetiştiriyoruz. Arkasını çöle veren İngiliz ordusu ise, siperinde musluktan Nil suyu içiyor. (s. 789..
Bir sabah kumandanın odasına girdiğim zaman, gözlerinin ağlamaktan yorulmuş olduğunu gördüm; Kudüs, İngilizlerin elinde idi. Kudüs’te Mehmetçiklerin nasıl kahramanca vuruştuklarını masanın üstünden aldığım şifreli telgraftan okudum. Kudüs’ü İsrail oğulları gibi bırakmadık; Türkler gibi bıraktık. Nebi Samoil üstünden Müslüman veya Hıristiyan mabetlere doğru inenler, Türlerin son gününü hatırlayacaklardır. Karargâhın içinde: “Kudüs düştü” sözü ölüm haberi gibi yayıldı. Daha şimdiden Beyrut’a, Şam’a, Halep’e gözyaşlarımızı hazırlamak lazımdı. Artık yalnız Anadolu’yu ve İstanbul’u düşünüyorduk. İmparatorluğa, onun bütün rüyalarına ve hayallerine , Allahaısmarladık!.. (s. 112)
Zeytin Dağı’nın çamları arasından son kez ufka bakarak ayrılıyoruz. Eşyamı ve tüm evrakları bavuluma yerleştiriyorum. Şam üzerinden İstanbul’a trenle gidiyoruz. Tren Anadolu’nun girişinde bir istasyonda durdu. İstasyonda hangi cepheye gittiğini bilmeyen Müslüman bir kadın durmuş, vagonlardan her inene: “Benim Ahmed’i gördünüz mü?” diye yalvarırcasına feryat ediyor. Âhu figan içinde bir anne.. Hangi Ahmed’i anne? Yüz bin Ahmet’in, yüz bin Mehmetçiğin hangisini? Yırtık basmasının altından kolunu çıkararak, trenin gideceği yolun, İstanbul yolunun aksini gösteriyor. Yani, hicaz tarafını, Filistin tarafını.. Yemen tarafını..Bu tarafa gitmişti, diyor.. O tarafa? Aden’e mi, Medine’ye mi, Kanala mı, Sarıkamış’a mı, Bağdat’a mı? Ahmed’ini, buz mu, kum mu, su mu, skorpit yarası mı, tifüs biti mi yedi? Eğer hepsinden kurtulmuşsa, Ahmet’ini görsen, ona da soracaksın: “Ahmet’imi gördün mü?” Hayır… Hiçbirimiz Ahmet’ini görmedik, fakat Ahmet’in her şeyi (bütün felaketleri yaşadı) gördü. Şimdi, Anadolu’ya, batıdan, doğudan, sağdan, soldan bütün rüzgârlar bozgun haykırışarak esiyor. Anadolu demiryoluna, şoseye, han ve çeşme başlarına inip çömelmiş, oğlunu arıyor. Anadolu Ahmet’ini arıyor, Anadolu Mehmet’ini arıyor.. (s. 113-114).
Anadolu evlatlarının Medine ve Gazze savunmasını, Gazze’de nasıl tüneller kazdıklarını, onların kazdığı tüneller bugün kassam tugaylarının biraz daha genişlettiği tüneller olduğunu, Osmanlı’nın çil çil altınları Urbanlara dağıtırken, aynı adamların nasıl İngilizlerden de altınlar aldığını Zeytin dağı kitabını okuduğunuz da öğreneceksiniz. Hele hele Anadolu evlatlarının ikinci Gazze savunmasını.. Gazze’de binlerce Anadolu evladının kumlara karışmış şehit kabirlerini.. Binlercesi de Gazze’ye yerleşmiş, kalmış o topraklarda. Bugün soykırıma uğrayan Gazze’li evlatların çoğu Osmanlının torunları. Bizim soydaşlarımız, bizim kandaşlarımız, bizim akrabalarımız. Biliyor musunuz, bunu? Bugün bazı Arap dostlarımızın Gazze’ye sahip çıkmaması, onların kanlarının acaba Türk kanıyla karışmış olmasından dolayı mıdır? Bütün bu hikâyeleri ve çok fazlasını öğrenmek istiyorsanız, gelin bu hatıra kitabını bugünlerde okuyalım. Çok şeyler öğreneceksiniz. Selam olsun, rahmet olsun, Anadolu evlatlarına, ecdadımıza, atalarımıza….