Nargilenin marpucu, batıya mı battı bir ucu…

Mehmet Toker
"Avrupa", dediğimiz zaman, aklımıza hep düzenli şehirleri, ışıklı caddeleri, gelişmiş sanayisi, gelişmiş ekonomisi ile müreffeh bir hayat yaşayan kıta insanı geliyor. Yukarıdan kuşbakışı baktığımızda genel görünüm bu gibi yansıyorsa da, işin aslının böyle olmadığını Avrupa sokaklarına indiğiniz, Avrupa insanın arasında gezdiğiniz zaman çok daha net anlayabiliyorsunuz. Avrupa'da bizim refah olarak, zenginlik olarak gördüğümüz her şeyin temelinde dünyanın farklı bölgelerinin ve coğrafyalarının sömürülmesi olduğunu artık kuşlar bile biliyor. Maddi gelişmişliği sömürgeciliğe ve yağmacılığa dayanan vahşi, barbar Avrupa devletleri/insanı artık sömürgelerini de neredeyse bitirmiş durumda. Dünya üzerindeki mevcut savaşların ve zulümlerin sebebi yeni sömürge alanları oluşturma fikri veya zenginliği, refahı kendine has kılma anlayışı olduğunu da ifade edebiliriz. Dünya üzerinde Avrupa ve Amerika lüks ve israfta zirveyi yaşarken, refah içerisinde yüzerken, tam tersi Afrika, Hint alt kıtası ve Doğu Asya coğrafyasının yokluk ve yoksulluk içerisinde yaşam mücadelesi verdiğini ifade edebiliriz.
 
Daha önceki yazılarımda da dile getirmiş olduğum bir hususu, burada tekrar etmekte fayda var. Dünya üzerinde açlık ve yoksulluğun olması, Allah'ın, dünyada yeteri kadar nimet yaratmamasından dolayı değil. Dünyada bütün insanlar için yaratılan nimetlerin vahşi, açgözlü, kapitalist güçler tarafından gasp edilerek, yağmalanarak; açlık çeken insanlardan çalınmasından dolayıdır. Bu sömürü düzeni ve sistemine dünya yaklaşık 200 yıl kadar dayanabildi. Artık dünyada sömürü düzeni yavaş yavaş kendi sonunu hazırladı. Sürekli sömürmekten, dolayı şişmanlamış, yağ tulumuna dönüşmüş olan kapitalist canavar, hareket etme yetisini neredeyse kaybetti. Son çırpınışlarıyla sağa sola zarar verse de, artık bir anlamda bu zarar, kendisine hızlı bir şekilde dönme yolunda da ivme kazanmış oldu.
 
Mecelle-i Ahkam-ı Adliye'de 18. madde harika bir ifade ile bir hakikati beynimize, zihnimize bir kez daha çiviliyor.  Nedir Mecelle'nin 18. Maddesi?  "Bir iş dıyg oldukta, muttesa' olur." Bu Türkçe ifadeyi, Türkçeye tekrar tercüme etmemiz gerekirse!!!:  "Fazla sıkışan bir iş, kendi kendine genişler."  Bu maddeyi izah babında güzel bir Arap Atasözü var: "Haddini aşan her şey, aksine sonuç verir."  İnsanların yaşama, sağlık, hürriyet, itibar, huzur, mutluluk, onur, şeref gibi tabii haklarını tehlikeye düşürecek derecede ileri giden gayri-tabii bir durum, zulüm ile, zorbalık ile, baskı ile gayesini sağlayamaz.  Bu baskı altında kalan insanlar, yaşama, sağlık, hürriyet, itibar ve şeref gibi tabii haklarını elde etmek için çareler arar ve o çareler neticesinde hiç umulmadık yollara müracaat edebilirler.
 
Kapitalist sistem, son iki yüz yıldır Afrika'yı, Hint Alt Kıtasını ve son 30-40 yıldır da Irak, Afganistan, Pakistan coğrafyasını sömürdü. Sömürgecilikle gerek Amerika, gerek Avrupa insanı ve devletleri beklentinin ötesinde ciddi bir zenginlik sağladı. Kendi ülkelerinde, bu zenginliğin getirmiş olduğu imkânlarla müreffeh bir dünya kurdu. Fakat sömürdüğü coğrafyaların insanı kendisine yaşama hakkı bile tanımayan Avrupalıya karşı artık bilenmiş durumda.  Yunanistan sınırını geçmek için Edirne'ye ulaşan, Afgan bir göçmenin söylediği şu cümleler oldukça manidardır. Diyor ki: "Ben Afganistan'lıyım. Savaşın içinde doğdum. Ben doğmadan önce ülkeme İngilizler saldırmış. Arkasından Ruslarla savaştık. Sonra Amerikalılar geldi ve Amerikalıların uşaklığını yapan kimseler Afganistan'da varlığını devam ettiriyor. Bizden topraklarımızı, evimizi, huzurumuzu, mutluluğumuzu aldılar. İnsanca yaşamayı bize çok gördüler. Biz de, şimdi Avrupa'ya, onların bizden çaldıkları huzuru ve mutluluğu almaya gidiyoruz...!" Sömürülmenin, yokluğun, yoksulluğun erken pişirdiği bu insanlar bu cümleleri içleri kanayarak söylüyorlar.
 
Avrupa'ya mülteci akını, tam anlamıyla psikolojik bir harekât. Son bir haftadır, Türkiye'den Avrupa Birliği ülkesi olan Yunanistan'a Edirne üzerinden geçenlerin sayısı 150.000 civarında. Ege Denizi'ni zorlayarak geçenlerin sayısı bu rakama dahil değil. Sınır boylarındaki güvenlik güçlerimizin istatistiki beyanına göre, geçen bu sayının %25'i Suriyeli. Geri kalan, %75 oranındaki insanlar Afganistan, Pakistan, Irak, İran, Bangladeş, Hindistan ve pek çok Afrika ülkesinin nüfusuna kayıtlı insanlar. Bu rakamın gün geçtikçe daha da artması ve milyonların üzerine çıkması öngörülüyor. Mülteciler, Avrupalıların dedelerinden, babalarından, kendilerinden çaldığı huzur ve mutluluğu, yaşama hakkını, hürriyeti, refahı Avrupa insanından geri almaya gidiyorlar. Belki de bu göç, kavimler göçü gibi Avrupa'nın siyasi haritalarını değiştirmeyecek olsa bile, sosyolojik yapısını değiştirebilecek, Avrupa insanının psikolojisini bozabilecek, sivil itaatsizlik, pasif direniş örneğidir.
 
Avrupa bu göçü kaldırabilir mi? Göçmen sayısı bir milyonun üzerine çıktığı zaman, 250 milyonluk Avrupalı, bu bir milyonu kendi içerisinde entegre edebilir mi? Avrupa'daki insanların hayat anlayışını ve toplum yapısını yakından gözlemlemiş, 4 yıl Avrupa'da, Avrupa medeniyetinin başkenti olarak isimlendirilen bir şehirde yaşamış, bunu deneyimlemiş birisi olarak ifade etmem gerekirse; Avrupa 1/250 oranında da olsa, böyle bir göçmen nüfusunu kaldıramaz. Çünkü yüzyıllardır benimsedikleri medeniyet, hayat felsefesi, tamamen çıkarcı, menfaatçi, kişinin kendi çıkarlarını, egosunu her şeyin üzerinde gören bir anlayıştır. İkincisi, Avrupa insanında ve medeniyetinde paylaşımcılık ve yardım etme, isâr anlayışı maalesef yok. Üçüncüsü, özellikle I. ve II. Dünya savaşlarına da sebep olan ırkçılık ve -geçen haftaki yazımızda ifade ettiğimiz-, ırkçılık kamuflajı altındaki İslam, Müslüman düşmanlığı öyle bir kabullenmeye hazırda değil. Zira Avrupa'ya akın eden mültecilerin %75, %80'i Müslüman nüfus. Dördüncüsü, Avrupa insanı, alışmış olduğu refahın ve maddi zenginliğim kaybolacağı, o refahı kaybedeceği korkusu içerisinde yaşar. Bu korku, Avrupalıları aşırı korumacı ve ben (ego) merkezli bir hedonizme sevk etmiştir. Bunun yanı sıra dünyayı sömürmelerinden dolayı, Avrupalılarda tıpkı Yahudilerde olduğu gibi kendini üstün ırk olarak görme, kendi dışındaki insanları 2. ve 3. Sınıf insan/varlıklar olarak değerlendirme anlayışı hakimdir. Bundan dolayı da Avrupalının, kıtası dışındaki insanları kabullenmesi ve kendi bünyesine entegre etmesi mümkün gözükmemektedir. Zira 1900'lü yılların başından beri Fransa'da yaşayan, Fransız sömürgelerinden devşirilmiş olan Kuzey Afrikalı veya Siyahi Afrikalı insanları, Fransa kendisine entegre edememiştir. Polonya asıllıları, Yahudileri ve son 60 yıldır Almanya'da olan gurbetçilerimizi Almanya entegre edememiştir. İtalyanlar Libyalıları, diğer Afrika ülkelerinden gelenleri entegre edememiştir. Kaldı ki; o insanlar yaşamış oldukları ülkenin dilini rahatlıkla konuşan, eğitim sisteminden geçmiş insanlar olmasına rağmen. Şimdi giden mültecilerin %95'inin herhangi bir Avrupa dili bilmediği de göz önünde bulundurulursa, Avrupa'yı çok ciddi sıkıntılı günler beklemektedir.
 
Gelelim mülteciler konusundaki diğer bir tartışma konusuna... Türkiye sınır kapılarını neden açtı? Mecelle-i Ahkam-ı Adliye de bir de 28. madde var: Diyor ki: "İki fesat taarruz ettiğinde, ehaff-ı irtikab ile azam'ın çaresine bakılır." Yani biri büyük, diğeri küçük iki zarar aynı anda söz konusu olduğunda, hafif olan zarar tercih edilerek, büyük zarardan kurtulma yoluna gidilir. Mesela, bir gemi su almaya başlarsa, geminin ağırlığını azaltmak sûretiyle gemi kurtulacaksa, gemideki yolcular değil, eşyaları denize atılır. Ülkemiz dört milyondan fazla mülteciyi dokuz yıldır barındırarak, bir anlamda İslam kardeşliğinin gereğini yerine getirip, bir anlamda da uluslararası hukuktaki üzerine düşen sorumluluğu icra ediyordu. Ancak, Avrupa Devletleri, hem problemi çıkaran kaynak, güç olmasına rağmen, hem de külfet paylaşımını yerine getirmedikleri için ve aynı zamanda da, farklı Bizans oyunları ile Türkiye'yi de bölüp, parçalayıp kendilerine yeni bir sömürge alanı açma anlayışıyla hareket ettiklerinden dolayı böyle bir kararın alınmasına kendileri sebep oldu. Çünkü Türkiye gemisinin batmaması için, geminin mürettebatı ve aslî yolcularının selameti için, sonradan aldığımız külfetin, sıkletin indirilmesi gerekiyordu. Ve artık daralan, sıkışan durum toplumsal bir patlamaya sebep olmadan kendisine yeni alan açması gerekiyordu. Böylelikle, kapıları açmak suretiyle, hem Avrupa'nın, Türkiye'yi de sömürgeleştirmesi fikrinin ya da o anlayışla yapılan ayak oyunlarının önüne geçilmiş oldu.  Hem de, Türkiye, toplumsal manada ki psikolojik sıkışıklıktan kurtulmuş oldu. Diğer taraftan da Avrupa, 200 yıldır hesapsızca yiyip-içtiğinin bedelini ödemekle yüz yüze kalmış oldu.
 
Bu göç ve sivil güç dalgası Avrupa'nın ekonomik yapısını bozar mı? Elbette bozar... Sadece ekonomik yapısını değil aynı zamanda psikolojik ve sosyolojik yapısını da ciddi anlamda etkileyeceğini ifade edebiliriz. Evi barkı olmayan, işi olmayan, dili olmayan, Avrupa'nın refahından ve ekonomik pastasından pay isteyen iri bir göç dalgası, Avrupa kıyılarından içeriye doğru ilerlemekte... Paylaşımcı olmayan kendi menfaat ve çıkarını her şeyin üstünde gören Avrupalı yöneticiler ve halk, kendi şehirlerinde sokağa çıkamayacak, huzurla gezemeyecek duruma gelecekler. 80 milyonluk Türkiye, 4 milyondan fazla mülteciyi nasıl barındırdı? Sadece devlet imkanları ile mi? Hayır.  Çünkü bizim toplumumuzun temelinde, medeniyetimizin merkezinde, zekat, sadaka kültürü ve din kardeşliği, yolda kalmışa yardım etme, şefkat, merhamet ve isâr duyguları yatıyor.  Bu kültür ve anlayışla Türkiye, bu mültecileri bugüne kadar bir şekilde kendi içerisinde barındırdı.  Absorbe etti. Avrupa insanında bu kültür ve anlayış olmadığından dolayı tüm yük devletlere binecek. Sömürge ekonomisi üzerine dayanan devletler, sömüre sömüre bitirdiği coğrafyaların insanlarına, kendi ülkesinde de vergi alamadığı, çalıştıramadığı için bir anlamda karşılıksız bir kaynak ayırmak durumunda kalacak. Hem de bu kaynak, belki de; kendi halkına vermiş olduğu ekonomik yardımlardan, desteklerden keserek olacak. Bu da yeni bir tartışmayı ve kendi halkıyla çatışmasını beraberinde getirecek.
 
Hasılı, silahsız, sivil insanlar, Avrupa'yı değiştirmeye, dönüştürmeye gidiyorlar. Avrupa, 200 yıldır ateşe attığı ülkelerin insanlarının, o ateşi Avrupa'ya taşıdığına çaresizce seyirci oluyor. Yakın gelecek, Avrupalıların planladığı gibi gelmeyecek. Avrupalı bir lastik üreticisinin sloganı haline gelmiş bir cümle var. Kontrolsüz güç, güç değildir! Sözü, Avrupa için yeniden ifade edecek olursak: Kontrolsüz göç, göç değildir...!