OKU’MADAN ÖĞRENMEK

Hasan Ağbahca

Kırılıyor kalbimiz, acılarımız artıyor. Yalnız kalıyoruz bir kuytuda. Kendi eserimiz; zindanların zincirlerine bağlı, kol ve kanadımız. İçten olamamak bizim esaret sebebimiz. Herkesi bir av, kendimizi çok maharetli bir avcı görerek yaşamaya kalkışmamızın kefareti bu çile.

     Henüz başlangıcında yani tümü nazil olmamış bir Kutsal’ın ilk emrine ihanetimiz var; OKU’muyoruz. “Havayı, suyu, toprağı, ağacı, kuşu, kurdu… kısaca tüm tabiatı; oku, anla ve kim olduğunu, var oluş sebebini sorgula ve hakikatin sırrına vakıf ol” diyen o emre, hiç mi hiç itibar etmedik. Mutsuzluğumuzun temeli bu taşlarla atıldı. Üstünde sağlam bir bina yükseltebilece- ğimizi mi umduk ki?.. Yok, o kadar ucuz bir gerçek, hayatın tarzı değil.

     Ne arı’yı örnek aldık, ne karınca bize bir şeyi fark ettirdi… göçmen kuşların, o uzun yolları kat ederken bitmeyen nefeslerinden ilham alamadık. Ağaçkakandaki, gürgenin gövdesine indirdiği etten ibaret “çekicin” ısrarlı darbelerine dair amacı özümleyemedik. Kuğulardaki muhabbeti çözemedik. Kunduzun sualtı setlerindeki muradına vakıf olmadık. Serçenin yuvasındaki inceliği gözlemleyip sonuç bulmaya çalışmadık. Şakıyan bülbül çok da anlam ifade etmedi bizim için…

     Kardelenin, buz kalıpları ve ayaz’a inat başını güneşe uzatan çiçeklerinde bir mana göremedik. Herkese küs gibi görünen erik ağacının, baharla salkım-saçak olabilmek için gösterdiği sabırdan nasiplenemedik. Başakların, rüzgâra kırılmadan direnen gücünü görmedik. Gül’ün kokusuna aldırış etmedik…

    Toprağın tevekkülüne, kabullenişine uzak kaldık. Sudaki berraklığı, kirleten olmayıp pak eden kararlılığındaki hikmetten bi haber olduk. Havanın duruluğu, buluta, yağmura, akciğerlere hizmetinde bir marifet aramadık…

     Rüzgârın sesine itibar edip bir anlam vermeye çalışmadık. Çağlayanın şiirine, deryadaki dalganın müziğine kulaklarımızı tıkadık…

     Kendi sabrımız yeterli, kendi estetik anlayışımız kusursuz, mimarimiz mükemmel, hijyenimiz en iyi, en çalışkan biziz, dayanıklılık ise sadece “bizden” sorulur, güç tümüyle biz’lik, zorluklar karşısında umulmadık direnç sadece kendimizin, en güzel ses bizde var, en iyi şarkıları biz icra ederiz…

     Sandık!..

     Yanıldık!..   

     Bu kadar “çok var” dık ya!

     Her şeyi yapabilirdik artık, -ne de olsa; okumadan, bilmeden, anlamadan idrakine varmaktan uzak bir tarzı benimsemiştik (tümüyle …… cesareti)- sayılamayacak kadar çok şeye muktedirdik…

    -Biz, bu denli “eşsiz gücümüzle” ne yaptık dersiniz?..

     İlk iş olarak insanları; rengine, cinsine, genine, diline, dinine... göre öylesine çok ayrıştırdık ki, ne bir araya gelebilir ne de huzur içerisinde yaşayabilir canlı türü yaptık… Ya “çok şeyimiz olsun” doyumsuzluğu ya da açlık korkumuz; elimizin altında olanları göremeyişimize ve tokluktan çatlıyor oluşumuzu fark etmeyişimize neden oldu. Bakmayın arasıra açlık, yokluk, yoksunluk çekenlerin varlığından kaynaklı; acıyla sıkışan yüreklerimize. Bu çarpıntıya, bu kaygının arka planına, en çok kendimizin az diye düşündüğümüz şeylerin temini telaşını veya aç kalma ihtimalimizi egemen kıldık. Kirlettik her şeyi. Kalbimiz gibi kararttık dokunduğumuz her yeri. Çünkü hiçbir şeyin var olma sebebine dair derinlikleri merak etmedik. İşte tamda bu duygularımızdır ki, dünyayı zindana çevirmemize yetti.

     O “en iyiden, o en mükemmelden” eser yok şimdi.

     Haa, “defineci”lerden hâlâ ümit edenler var elbette ama düşünselerdi; o insan denen hazinenin saklı olduğu höyüğü, sayısız hazine arayıcısı yine sayısız kazılar yaparak bir umuda ulaşmaya çalıştılar. Ancak kendilerinden önce bu işe teşebbüs etmişlerin heybelerine baksalardı eğer; gördükleri boş’luk bu umut uğruna, böyle bir telaşa düşmelerinin nafile olduğunu anlamalarına yeterdi.

     Ne sevgimiz de içten, ne böldüğümüzü düşündüğümüz kederleri gerçekten paylaşmadan yana, ne sevinci çoğaltmaya dair samimi bir gayretimiz yok…

     Tüm zamanlar yerine, günü kurtarıyoruz sadece ama dün bizi mahkûm ettiğinden, haklı olarak;

     yarınımız zaten yok!..