“Öldükten sonra da yaşamak istiyorum.”

İbrahim Çolak
Dağlım, anne gibi ağlayanım…
 
Bazen insanlar arasında tek başına yolculuğa çıkıyoruz. Tıpkı uçsuz bucaksız, karanlık, düşman, korkulu, sığınaksız bir ormanın ağaçları arasında ilerliyor gibi yaşıyoruz.
 
Bazen arkamızda bir manga askerin silahlarını hazırlayarak, sırtımıza nişan aldıklarını düşünüyoruz.
 
Bazen kendimizi son derece hüzünlü, ümitsiz ve sanki iyileşmeyecek bir hastalığa yakalanmış gibi hissediyoruz.
 
Bazen kaşının altında gözün var türü eften püften nedenlerden dolayı incitici sözler duyuyoruz.
Hepsi ve daha fazlası bizim için. Hepsini ve daha fazlasını yaşadık, yaşamaya da devam edeceğiz. Bize düşen, birbirini sevenler olarak ve dostlarımızla beraber, birbirimizin elini bırakmamak, olur olmaz yerde, her ahvalde ahkâm kesmeden, akıl verme küstahlığına düşmeden, sevdiğimizin, dostlarımızın yanında durmak; sıkıntıyı, mahcubiyeti, imtihanı beraberce göğüslemeye çalışmaktır.
 
Bizler birbirimize merhamet ve şefkat olmalıyız. Bu davranışlar sevgi ve dostluğumuzun nişanesidir.
 
İnsan, birçok kimse tarafından sevilse bile, sadece kendini seven biri olmadığında yalnızlıktan kurtulamaz. Birbirimizi yalnız koymayalım. Yaşamamızın zekâtı, sevdiklerimiz için mücadele etmektir. Mutluluğun en basit ve sade yolu; iyiliği, güzelliği, merhamet ve adaleti sevdiklerimizden başlayarak tüm insanlık için uygulamaya çalışmaktır.  Yaşamamızın zekâtı; bencillikten uzak, fedakârlığa yakın durmaktır.
 
Çiçeksin. Temmuz çiçeğisin.  Sana tüm kalbimle söz veriyorum; iyi bir dost olacağım, iyi bir insan. İnsan bir çiçeğe söz verdiğinde tutar, çiçek hesap sormasa bile. Kalbimize ve sevgimize yenilelim, yenileceksek eğer. Diğer bütün yenilgiler zillettir Dağlım.
 
Seninle, yaşamadan yaşadıklarım, okumadan öğrendiklerim var. Senden habersiz sana küsüyor, barışıyor, küsüp barıştıkça beklentilerimi azaltıyor; seni “özgürce uçan kuşlar gibi” sevmeye doğru yol alıyorum.
 
Birbirimizi severken, birbirimizin varlığıyla, yumuşak ve güvenli bir havanın içinde buluruz kendimizi. Bu masalımsı havanın içinde kendimizi zengin, kuvvetli ve ölümsüz hissederiz. Kelimelerimizden daha fazlasını yaşar, dile gelenlerden fazlasını hissederiz. Ancak gün gelir, ölüm hepsini geri alır bizden. Hiçbir şey ebediyen kazanılmış olmaz, ahiret inancımız ve dualarımız hariç.
 
Sesin ılık. Yaralı bir sığırcık kuşu gibisin. Öyle de nazlı ve garip! Beyaz ve pembe renkli elma ağaçlarının çiçeklerine benziyorsun, tıpa tıp, tertemiz. Kalbini dinle, insanları değil!
 
Sağır ve dilsiz olup saklayacağım seni; hayatın ve sevginin ve “tüm saf olan şeylerin daha da saf olabilmesi için” gayret göstereceğim. Sözlerin kalbimi, gülüşün ömrümü güzelleştiriyor.
 
Şehirleri değil insanı, gülü değil gülü getireni sevdim. Seni sevdim ben!
 
Hakikate bağlı, haksızlığa karşı, merhametle cesareti bir arada yaşayan, incinmesinden hikmet çıkaran, “bıçaklanmış dal gibi ayrı” düşen ve sevdi mi dağ gibi seven olmak duasıyla… Mektubumu Anne Frank’ın cümlesiyle bitiriyorum: “Öldükten sonra da yaşamak istiyorum.”
 
Dışarıda yağmur yağıyor, Nazım’ın şiirini dinliyorum: “Nasıl etmeli de ağlayabilmeli farkına bile varmadan? Nasıl etmeli de ağlayabilmeli ayıpsız, aşikâre, yağmur misali? Neylersin alışkanlık, için kan ağlarken yüzün güler dikilitaş gibi dinelirsin yine. Yavrum, erişmek ne müşkülmüş meğer anneler gibi ağlamanın yiğitliğine.”
 
Rabbimizin tek yardımcımız olduğuna inanıyor; o büyük karar günü için O’nun adaletine sığınıyorum.
 
Allah esirgeyen ve bağışlayandır!