Ölümüne Gülmek

Kezban Eymir

Ölüm kimilerine göre meçhule giden bir yol…

Kimilerine göre ayrılmak eş’den dosttan ve elveda demek tüm sevdalara…

Ölüm: kimilerine göre sürgünün sona ermesi asil ve asıl sevgiliye kavuşma anı, kimilerine hasret kimilerine vuslat olan ölüm… Ah ölüm!

Sana göre neydi ölüm gülüm… Bir goncanın dalından koparılması mı ? Bir servinin yere kapanması mı? Söyle gülüm neydi ölüm?

Delikanlı çağında, hayatının baharında kahpe bir kurşunla yığılmak yere...

Ölümler vardır şu yeryüzünde çeşit çeşit… Senin ölümün neydi gülüm…

Hangi kavganın içinde buldu seni ölüm? Söyle gülüm

  Delikanlı çağında başka sevdalara geçit vermeyen yüreğin minel vatan mı dedi yiğidim?

Şehadet ah şehadet!

Torosların bağrında küçük bir beldede yaşıyordu Mehmet. Babasını beş yaşında kaybetmiş iki kız kardeş ve annesiyle yaşamak zorunda oldukları hayata tutunmaya çalışıyordu. Ablalarının kıymetlisi,  evin küçüğü ama erkeğiydi Mehmet…

Güçlü bir kadındı annesi…  Eşini kaybettiği günden sonra iki rolü vardı artık, hayat denilen kavgada; Hem anne hem baba olmak…

Evlatlarını kanatları altına alan bir koca yürekti… Kısaca anneydi aslında… Yirmi beşinde dul kalmış tüm kadınlık haklarından feragat etmiş bir kadın… Kalbinin ve dünyanın merkezine evlatlarının sevgisi yerleşmiş bir Hatice… Tıpkı diğer binlerce Anadolu Kadını gibi… Herkesin “Hatice bacısı…” Elleri nasır tarlasına dönen, alnında yaşanmışlıkların derinlikleri ve sadece evlatlarına değil tüm dünyayı sığdırdığı yüreğiyle bir kadın… Geçmişlerini, geleceklerini, ekmeklerini, umutlarını kısaca her şeylerini küçük bir tarlaya ekiyordu, Mehmet ve ailesi…  Birde okuyordu o tarla sayesinde bu yiğit delikanlı… Okumalıydı… Bunun için göndermişlerdi şehirdeki okula onu… Bırakır mıydı onları Mehmet? Yazın bütün işleri sırtlanıyordu neredeyse küçücük bedeniyle… İlk zamanlar zor gelmişti yurt hayatı… Sevdiklerinden ayırmıştı… Kimi vardı ki anadan, bacılardan başka… Onların kimi vardı ki Mehmet’ten başka… Birde yetim kalmıştı ya “Babasızlığı” acırdı bazen… Yüreğinin yetim yanı kanardı yalnız geçen gecelerinde… Bir de içine içine dökerdi gözyaşını arkadaşlarını ziyarete gelen babaları gördükçe...

“Ağlamayacağım” dese de kimseye göstermese de küçükken de böyle garip dururdu babalarına koşan çocukların ardından baktıkça…

‘Baba’ nasıl bir duyguydu ki, sıcak mıydı, korku muydu, Baba olunca eve öcüler girmez miydi gerçekten, özlediğinde ağlamaz mıydı yatağa girince diğer çocuklar… Farkında olmadan bükülürdü Mehmet’in boynu… Annesi kızamazdı hiç bu yüzden… Kollarını açardı kocaman, bir baba gibi… Yaşlı kara gözlerini Mehmet’in iri kahverengi gözlerine diker, sert ve merhametli bakınca baba olunacağını sanırdı… Bağrına basardı oğlunu, öperdi bu yaralı serçesini yanaklarından doya doya ve alnına dökülen siyah perçemlerini okşardı. Aslan oğlum derdi kader...

Tüm ailenin tek tesellisi inançlarıydı… Neleri vardı ki ondan başka şu hayatta… Keder vardı hayatlarında belki ama geri kalan her şeyleri mutluluktu ‘O’nun sayesinde… Sevgileri vardı, gülüşleri vardı, ekmekleri vardı ve birde özlemleri bittiğinde sımsıkı sarılmaları vardı her yaz Mehmet’in dönüşlerinde….

DEVAM EDECEK…