OYNAK VERİLER VE YORUMLAR

Prof. Dr. Fatih Mehmet Öcal

Bu yılın son üç toplantısından birincisine yaklaşılan şu günlerde, FED toplantısı ve sonuçlarıyla ilgili yorumların yoğunlaştığını görüyoruz. Önce genel olguyu belirteyim; herkes, başta ABD’nin ekonomi verileri olmak üzere AB (ECB), Çin, Japonya ve gelişmekte olan ülkelerin ekonomileriyle ilgili verileri kendi bakış açısına göre ve esnek bir şekilde yorumluyor. Aynı verilere nasıl bu kadar olumlu veya olumsuz anlam yüklenilebiliyor, hayret gerçekten. Bardağın yarısını dolu veya boş görme olayı, bakış açısı meselesi.

          ABD verileri yine, faiz artırımına Eylül ayında başlanılabileceği şeklinde olumlu göstergeler yanı sıra 2016 yılında ancak başlanılabilir gibi olumsuzlukları, aynı anda bünyesinde barındırmaktadır. Durum böyle olunca FED’in Eylül toplantısından her türlü kararın çıkması sürpriz olmayacaktır. ABD’nin istihdam ve fiyat istikrarına kavuşması konusunda şüphelerin devam etmesi, üstelik gelişmekte olan ülkelerin genel olarak ekonomilerinin içinde bulunduğu istikrarsızlık (cari açık, dış ticaret açığı, ulusal paralarının değerini yitirmesi, istihdam düzeyinin düşüklüğü vb.) ve durgunluk ise faiz artırımına başlanma zamanının geriye ötelenebileceği ihtimalini güçlendiriyor. Tüm dünya ekonomileri, en azından FED faiz artırımına başlayıncaya kadar FED’e odaklanmak zorunda. Ondan sonrada, FED sonuçlarının gelişmiş ve gelişmekte olan ülkelerde meydana getireceği etkiler üzerine tartışmalar devam edecek. Anlaşılan ABD dolayısıyla dünyaya rahat yok, her açıdan!

          Çin kendisiyle özdeşleşen %10 kalkınma oranından %7’lik oranlık kalkınma düzeyine, tüm dünya gibi, biraz da mecburiyetten, kendini de inandırdı. İhracatın yavaşlamasının temel etken olduğu Çin ekonomisinin yavaşlaması sürecine, yani kalkınmasının %7’ler civarında seyretmesine dünya kendini alıştırsın, herkes de hesabını ona göre yapsın. Çin herhangi bir ülke değil, tıpkı ABD, Almanya, Japonya gibi. Çin’in %3 daha düşük seviyedeki ortalama yıllık kalkınma oranı, dünya ticaret hacmi içerisindeki ağırlığı ve yüksek dış ticaret  kapasitesi göz önüne alındığında, neredeyse tüm yerküre ekonomilerinin resesyona sürüklenmesi demek. Çin (Japonya) ile ilgili verilerin deflasyonist ortamı göstermesi, Çin ve tüm ekonomiler için uzun süredir devam eden teşviklerin artırılmasının gerekliliğini ve aciliyetini  açıkça ortaya koyuyor.

          Hemen aklımıza Çin’in kalkınma oranının %10’dan %7’lere neden düştüğü şeklinde bir soru gelebilir. Çin’in durumu, nedenleri farklı olsa da, sonuç olarak ülkemizin bir türlü atlayamadığı orta gelir tuzağına yakalanmasına benziyor. Biz nasıl ki 2002 yılından 2010 yılına kadar geçen sürede yaşadığımız iktisadi krizlerden de gerekli dersleri çıkarıp, boş kalan kapasitemizi disipline edip kullanarak kişi başına 2.300$ seviyelerinden  10.400$’a çıkarmayı sağladıktan sonra, yaklaşık son 5 yıldır nasıl ki kritik değer olan 10.000$’lık eşiği geçemediğimiz gibi Çin de, sıkı kontrole dayanan özel sektörü, ucuz işgücü temelli üstelik genel olarak orta düzey teknoloji ve düşük katma değerli ihracata dayanan dış ticaret modelinin sonuna geldi. Bundan sonra Çin, yüksek teknolojiye dayalı ihracat yapısına geçmeli ve bunu hem kendisi hem dünya ekonomileri için başarmalı. Çünkü günümüzde küresel ekonominin temel sorunu, reel ekonominin finansal ekonomi yanında oldukça cüce kalması ya da diğer bir ifadeyle mali sektörün olağanüstü balon yapmasıdır. Ayrıca finans sektörünün olumlu veya olumsuz gelişmelerinin klavyenin tuşlarıyla birkaç saniyede dünyanın her tarafına hızla yayılabildiği dikkate alındığında, olayın ne kadar ciddi olduğu kendiliğinden ortaya çıkmaktadır. Ülkeleri yönetenlerin yapmaları gereken, üretim ekonomilerini yüksek teknolojiye dayanan sağlam temeller üzerine bina edip tüm siyasi, sosyal ve kültürel politikalarını kendi toplumsal yapılarına uyumlu duruma getirmeyi sağlamak. Üretim ekonomisi ile mali sektör dengesini sağlayamayan, üstelik bir de cari açık veren, enerjide dışa bağımlılık gibi çıkmazlar içindeki ülkeleri, zor yılların beklediğini şimdiden söyleyelim, bu uyarı en başta ülkemiz için geçerli.

          AB ekonomilerinden Almanya’nın sanayi üretimi beklenenden düşük çıkarken, Euro alanı yıllık ölçekli büyüme oranının (%1,5) beklenenden fazla çıkması geleceğe yönelik umutları yükseltti. Tabi ki en azından 2016 Eylül ayına kadar sürecek ve duruma göre uzatılabilecek olan aylık 60 milyon euroluk varlık alım programın devam etmesi şartıyla.

          Ülkemizle ilgili olarak siyasi ve ekonomik gelişmeler ne yazık ki pek iç açıcı değil. TÜİK’in açıkladığı yıllık bazda Ağustos ayı TÜFE oranının %7,4 gibi yüksek çıkması ve yaklaşan kış mevsimi nedeniyle temel gıda, giyecek ve yakacak fiyatlarının yükselmesiyle enflasyonun çift haneli oranlara tırmanması sürpriz değil. Ekonomimizin ikinci çeyrek büyümesinin %3,8 gibi beklentilerin üzerinde olması sevindirici ancak bu büyümenin kaynağının sanayi üretimine değil, kamu harcamalarına ve tüketime dayanması da o kadar sıkıcı. Siyasi belirsizlik ve terör eylemlerine bağlı kaos bulutunun tüm ülkemizi sarması, işadamlarının belirsizliği satın alıp bekle-gör politikasını tercih ederek (homo economicus gereği) yatırımlarını ertelemeleri, ihracatın yavaşlamasının sürmesi, TL’nin değerindeki oynaklığının ve aşırı değer kaybının devam etmesi, cari açığı kapatmakta yıllardır ucuz maliyetlerle kullandığımız küresel sermayenin azalması üstelik pahalılaşması, uluslararası kredi derecelendirme kuruluşlarının ülkemizle ilgili genel olarak olumsuz görüş bildirecekleri söylentileri, kişi başına düşen gelirin 10.000$’ın altına inmesi, ülke CDS puanımızın 300’e yaklaşması gibi ekonomimizle ilgili sorunları sayabiliriz. Yapılması gereken toplumsal barışı acilen sağlayıp, üretim ekonomisine dayanan reform politikalarını uygulamaya koymak.

Soru: Dış ticaretin fazla vermesi, bir ülkenin her zaman gelişmiş olduğunu gösterir mi? Neden?... 

Sözün Gözü: Ya kalbine göre konuş ya da hiç konuşma.